Son Dönemde ABD-AB-Türkiye İlişkileri

Son dönemdeki ABD-AB ve Türkiye arasındaki ilişkileri ve bu ilişkilerin önümüzdeki dönemde nasıl bir seyir izleyeceğini değerlendirebilmek için her üç tarafın bölgesel ve küresel çıkarlarına ve bu çıkarlar temelinde karşılıklı yaptırım gücüne bakmak gerekir. Aynı zamanda her üç taraf arasındaki ilişkilerin seyrini doğrudan ve dolaylı olarak etkileyebilecek uluslararası güçler dengesindeki değişimi de göz önünde tutmak gerekir.

ABD: Amerikan emperyalizmi, Sovyetler Birliği ve revizyonist blokun dağılmasından sonra (1989/1991) tek başına dünyanın “efendisi” olduğunu sanmıştı. Ancak, her ne kadar en güçlü ülke olma konumunu hala sürdürse de ilan ettiği yeni dünya düzenini kuramadı. Vaat ettiği yeni dünya düzeni azgın neoliberal saldırılar eşliğinde jeopolitik hesaplar, dünya hegemonyasını gerçekleştirme çıkışlarıyla savaşlara, işgallere, vekalet savaşlarına dönüştü. İki Irak savaşı ve ülkenin işgali, Afganistan’ın işgali, Yugoslavya'nın parçalanması ve yeni Balkan savaşları, son dönemde Suriye’ye müdahale ABD’nin her istediğini yapacak güçte olmadığını göstermiştir. ABD hala en güçlü ekonomik ve askeri güç olmasına rağmen giderek zayıflayan, gerileyen bir ülke konumundadır. Dünyanın çok rekabet merkezli bir sürece girmesi, bunun böyle olduğunu daha açık bir biçimde göstermektedir.

AB: AB kurulduğundan bu yana ilk kez tarihi bir kavşakta bulunuyor. Bu, bir nevi bir arafta bulunma, bekleme durumudur. Şimdiye kadar, ama özellikle revizyonist blokun var olduğu dönemde Amerikan emperyalizminin şemsiyesi altında sürekli ilerlemiş, gelişmiştir. Ancak, gelişmesinin belli bir aşamasında Amerikan emperyalizmine karşı rekabet de kendini göstermiştir. Revizyonist blokun dağılmasından sonra ve özellikle de Çin’in yeni yükselen emperyalist güç olarak Amerikan emperyalizmine karşı meydan okumaya başlamasından sonra AB, varlığını, rekabet gücünü devam ettirmek için eskide olduğu gibi “Amerikan antiemperyalizmin baskılarına, sultasına boyun mu eğeyim, yoksa ABD-Çin rekabetinden yararlanarak Çin ile ilişkilerimi geliştirip ABD’yi dengeleyerek rekabet gücümü arttırayım mı?” sorusuyla karşı karşıya kalmıştır. Bunun böyle olduğunu Trump döneminde AB-ABD ilişkileri göstermektedir. Öyle veya böyle, varmış olduğu kavşakta hangi yola girerse girsin AB, derin, çözülmemiş iç çelişkileriyle boğuşmaktadır, boğuşacaktır. Özellikle hala devam eden Covid-19 salgını ve ekonomik kriz, AB’nin çelişkili, hantal, siyasi karar alamaz halini göstermektedir.

Uluslararası rekabette AB’nin iki ana rakibi olan Çin ve ABD -kendi iç çelişkilerine bakılmaksızın- toplumsal toplam sermayenin ideal toplam kapitalistleri olarak işlev gören devletlerdir. Buna karşın AB, ekonomik entegrasyon için önemli adımlar atmış olmasına rağmen şimdiye kadar bir konfederasyon olmanın ötesine geçememiştir. AB’de ekonomik ve toplumsal entegrasyona yönelik eğilimler, sürekli AB’nin varlığını sorgulayan merkezkaç eğilimlerle el ele gitmektedir: AB'nin önde gelen güçleri arasındaki eşitsizlik; örneğin Almanya, Fransa, İtalya (ayrılmadan önce İngiltere) arasında ulusal sermayelerin rekabeti ve bu rekabetten doğan çelişkiler AB’nin önündeki belirleyici engellerdir. Bunların nasıl çelişkiler olduğunu salgın başlangıcındaki maske “savaşlar”ında ve Doğu Akdeniz’de Fransa ve Almanya arasındaki farklı konumlanmada da görmekteyiz.

Türkiye: ABD-AB ve Türkiye ilişkilerini bozan taraf, bu işin müsebbibidir. Her üç taraf arasında ilişkilerin devamında sorun çıkartan, ABD ve AB’ye göre Türkiye’dir. Türkiye’ye göre ise ABD ve AB.

Türkiye ile ilişkilerinde değişen ABD ve AB değildir. Bu iki gücün Türkiye’ye nasıl baktıkları, beklentilerinin ne olduğu bellidir. Ancak, değişen taraf Türkiye’dir. Türkiye’nin nasıl değiştiğinden ziyade değişim sonuçlarını analiz edebilmek için Türkiye üzerinde biraz etraflı durmak gerekir.

Yıllarca Türkiye'nin stratejik konumunu pazarladığı, bu konumunun ötesinde bir güç olmadığı üzerine bolca durulmuştur. Doğrudur, yaşadığımız coğrafya, kapitalizmin uluslararasılaşmasından; emperyalizmden bu yana dünya hakimiyeti için jeopolitika geliştiren her güç için mutlaka kontrol edilmesi gereken bir saha olarak görülmüştür.

“Türk burjuvazisi Türkiye’nin stratejik konumunu pazarlıyor” saptaması 1945-1990 arası için genel hatlarıyla doğrudur. Ama 1990'dan itibaren bu durum değişmeye başlamıştır. Bugün sahip olduğu ekonomik-askeri gücüne dayanarak ve emperyalist güçler arası değişen ilişkilerden, şiddetlenen rekabetten yararlanarak Türkiye, stratejik konumunu pazarlamanın ötesine geçmiştir. Bu iki değişiklik nedeniyle burjuvazinin, açık ki manevra yapma kabiliyeti artmıştır. Öyle ki, emperyalistler karşısına kendi çıkarlarının gerici politikalarını çıkarabilmekte, bu anlamda bağımsız politika üretebilmektedir (Yeni “ulusal güvenlik” konsepti böyle bir politikadır).

Burada şunu belirtmekle yetinelim: 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra Türk burjuvazisinin konseptleştirdiği “ulusal güvenlik” politikası, iyi analiz edilmesi ve ciddiye alınması gereken bir politikadır. Bu politika diktatör Erdoğan liderliğinde Türk burjuvazisinin bir savaş programıdır; saldırganlıktır, işgalciliktir. Türk burjuvazisi bu politikayı, müttefikleri de dahil emperyalist ülkeler (ABD, AB, Rusya) arasındaki çelişkilerden yararlanarak da olsa, kendi çıkarları için oluşturuyor.

Faşist diktatörlüğün Ortadoğu'da, Libya’da, Doğu Akdeniz’de ve başka yerlerde başta ABD olmak üzere Batılı müttefikleriyle ilişkileri artık gerginlikle, sürtüşmeyle açıklanamaz. Bunların birer çelişkiye dönüştüğü görülmelidir; faşist rejim artık ABD'nin, NATO'nun bölgede sorunsuz jandarmalığını yapmaya hiç niyetinin olmadığını her hal ve hareketiyle göstermektedir.

Türk burjuvazisinin geliştirdiği yeni “ulusal güvenlik” politikası, Türkiye'nin jeopolitik önemini kendi çıkarları için kullanarak hareket etme özgüvenine sahip olmaya başlaması, Türk sermayesinin uluslararası alanda rekabet etme gücünün bir yansımasıdır. Bu rekabet meselesinde burjuvazinin kendi gücünü abarttığı açıktır, ama bundan hareketle onu küçümseme lüksümüz de olmamalıdır.

Türkiye'de kapitalizm, Türk tekelci burjuvazisi, belli bir sıçrama eşiğindedir; şimdiye kadar var olduğu gibi var olmanın artık mümkün olmadığını, aynı ilişkiler ve gelişme aşamasında kalınamayacağını görmektedir. Bu nedenle gelişmesinin daha ileri bir aşamasında kendine bir yer açma sorunuyla karşı karşıyadır. Bu yer açma sorunu, varmak istediği aşamada var olan güçlerle çelişkili bir durumun oluşmasına neden olmaktadır. ABD ve AB bunun sıkıntısı içindedir.

Türk burjuvazisi ve kapitalizmi, kendisini, varmak istediği aşamada orada olanlara kabul ettirmek sorunuyla karşı karşıyadır. Batılı müttefikleriyle, Rusya ile sorunlarının esas kaynağı budur; ilişkilerin şimdiye kadarkinden daha üst seviyede düzenlenmesi talebi, Türk burjuvazisinin ve kapitalizminin talebidir. Türk burjuvazisi, Batılı emperyalist müttefikleri veya Rusya tarafından ya hizaya getirilecektir; uslandırılıp, eskisi gibi itaatkâr işbirlikçiye dönüştürülecektir ya da kendisini kabul ettirecektir.

Unutmamak gerekir ki, Türkiye Balkanlar-Kafkasya/Hazar Havzası-Ortadoğu üçgeninin merkezini oluşturan ülkedir. Türkiye, bu üçgen içinde ayakta kalabilmenin ötesinde en güçlü ülkedir.

Ne Amerikan emperyalizminin ne de AB’nin Türk burjuvazisine biçtiği rolde bir değişme yok. Ama eskisinden farklı olarak kendine biçilen role artık razı değil: Türk burjuvazisinin Erdoğan tarafından dile getirilen bölgesel çıkarlarının göz ardı edilmesi, ABD-AB ve Türkiye arasında çelişkilerin oluşmasına, derinleşmesine ve kesinleşmesine neden olmuştur. Başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçler, önce Erdoğan’ın iktidara gelmesini desteklemişler, ama sonra “Erdoğan gitmelidir” diyerek, Erdoğan'sız AKP taleplerini darbeyle gerçekleştirmeye çalışmışlar ve başarısız kalmışlardır. 15 Temmuz darbe girişimi Batılı emperyalist güçlerle Türkiye arasındaki ilişkilerin artık darbe öncesindeki gibi olamayacağını göstermektedir. Faşist rejim bunu açıktan, Batılı emperyalist güçler ise hal ve hareketleriyle dile getirmektedir.

Türkiye-ABD arasındaki ilişkiler hep inişli-çıkışlı olmuştur; örneğin U2 olayı, Kıbrıs sorunu, daha başka gelişmeler her iki ülke arasındaki ilişkilerin her zaman sorunsuz olmadığını gösterir. Ancak ne ABD ve ne de Türk burjuvazisi aralarındaki sorunlardan dolayı bugün olduğu gibi karşı karşıya gelmemiştir. Türkiye-ABD arasındaki ilişkiler, Obama döneminde “stratejik ortaklık” kapsamını aşarak “model ortaklık” olarak tanımlanmaya başlanmıştı. Ne var ki, bu iki NATO üyesi devlet arasındaki model denilebilecek kadar “üst seviye”deki ilişkiler, hiç de öyle eşit ülkeler arası ilişkilere benzememekteydi; en azından ABD, Türk burjuvazisini çıkarlarına koşmak için “stratejik ortaklık” anlayışını “model ortaklık” anlayışına çevirmekte bir sakınca görmemişti.

Suriye savaşından bu yana, bu ülke ve dolayısıyla Ortadoğu üzerine giderek farklılaşan politikalardan dolayı Türkiye ve ABD arasındaki ilişkiler gerilmeye başlamıştır.

Tarafların niyetinden bağımsız olarak şu söylenebilir: ABD ve Almanya, Fransa gibi önde gelen ülkeler bazında AB ile Türk burjuva devleti arasındaki ilişkilerin artık eskisi gibi sürdürülmesi pek mümkün gözükmemektedir.

Türk burjuvazisinin talep ettiği yeni ilişki düzeyi, yeni bağımlılık temelinde ilişkiden başka bir şey değildir. Türk burjuvazisi, kendi çıkarları için yeni bir ilişki için direndiğini ve mücadele ettiğini açıkça göstermektedir. Bunun için elinde kendisi açısından oldukça önemli kozları da var.

Dünya çapında oyuncu olma hikayesini bir kenara bırakırsak Türk burjuvazisinin bir takım bölgesel talepleri ve özellikle Suriye eksenli politikalarda en yakın küresel ve bölgesel müttefikleriyle farklı çıkar ve planları sonuçta bu müttefik aktörlerle sorunlar yaşamasına neden olmuştur. Türk burjuvazisi cumhuriyet döneminde ilk kez böylesi bir durumla; çok sayıda küresel ve bölgesel müttefikleriyle çelişkili bir sürece girmiştir.

Türkiye ile ABD-AB arasında gerginlik ve Ortadoğu politikasındaki ayrışma, başka bölgelere ve alanlara da sıçramıştır: Bugün Türkiye, Batılı müttefikleriyle; ABD ve AB ile Rojava’da, Doğu Akdeniz’de, Libya’da, Kafkasya’da karşı karşıyadır ve yakın bir gelecekte de Ege ve Afrika’da karşı karşıya kalacaktır.

Sınıf düşmanının düşünce tarzındaki değişimi görmek gerekir: Darbe girişiminden sonra Türkiye'nin Ortadoğu'da Batılı müttefikleriyle birlikte veya bu müttefiklerin merkezde olduğu yeni yapılanmalarda ön planda söz sahibi olmayı, olası yeni yapıları dönüştürebilecek adımlar atmayı kendi gündeminden hiç çıkartmayacak; yeni dış ilişkilerde inisiyatifli olmaya çalışacaktır, en azından bunu deneyecektir. ABD’nin Suriye politikası karşısında bu tavrını göstermiştir, keza ABD’nin YPG/DSG ile geçici askeri iş birliği karşısında da aynı tavrı sergilemektedir. Musul üzerinde kopartılan fırtına da buna bir örnektir. Buna Doğu Akdeniz, Libya, Kafkasya da eklenebilir. Aksi taktirde özellikle ABD, bu esip gürlemenin hesabını Türk burjuvazisine ağır ödetir ve Rusya ile yeni geliştirilen ilişkiler anlamsızlaşır.

Türkiye-ABD ilişkilerinin seyri ve Amerikan jeopolitikasında Türkiye'nin yeri

Türk burjuvazisinin çıkarlarını, stratejik ortağı ABD’ye rağmen savunmaya çalışması, açık ki her iki devlet arasındaki ilişkilerin artık eskisi gibi devam ettirilemeyeceğini göstermektedir. Bu gerçek, Türk burjuvazisi ile ABD arasındaki bağların kopacağı anlamına gelir mi? İlişkileri kesip atmak bugün için mümkün değildir; Türkiye istese de mümkün değildir. Ayrıca ABD, Türkiye ile ilişkileri hiçbir zaman, özellikle de bugünlerde kesip atmaktan yana olamaz.

Öyleyse Erdoğan önderliğinde faşist diktatörlüğün, Türk burjuvazisinin esip gürlemesi boşuna mı? Boşuna değil, hiç de durumu kurtarmak için esip gürlemiyor. Kıbrıs sorununda da “değerli” müttefiki ABD, Türkiye'yi tehdit etti; ABD Başkanı Johnson yazdığı mektuplarla bunu yaptı, ama Türkiye'yi Kıbrıs'ı işgal etmekten alıkoyamadı. O gün Kıbrıs sorununda ayrı düşmüşlük bugün birçok sorunda yaşanmaktadır. Türkiye o zaman da emperyalizme bağımlıydı, bugün de bağımlı. Türk burjuvazisi, o zaman da tehdide boyun eğmedi (çıkartma sonrasında uygulanan silah ambargosu), “Bugün de eğmeyeceğim” diyor.

Amerikan emperyalizmi 21. yüzyılda da dünya hakimiyetini sürdürmek için uyguladığı veya uygulamaya çalıştığı jeostrateji ana hatlarıyla şöyledir: 1) Orta Asya Türk cumhuriyetlerini Rusya'dan uzaklaştırmak, kendine bağlayabilmek. Bu anlayışını hala sürdürmektedir; 2) Rusya ve Çin'in ortak hareket etmesini engellemek; 3) Rusya'yı çembere almak, tecrit etmek; 4) Çin’i çembere almak, tecrit etmek; 5) Enerji (petrol, doğal gaz) kaynaklarını ve dünya pazarlarına sevkiyat yollarını kontrol etmek; 6) Dünya ticaretinde ve askeriyesinde önemli olan su yollarını (boğazları) kontrol etmek.

Bu stratejiyi gerçekleştirmek için rekabet bugün nerede sürdürülüyor? Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya/Hazar Havzası üçgeninde ve Pasifikte (Çin); Balkanlarda (bunun kavgası yapıldı ve mevcut çelişkiler şimdilik yatıştırılmış durumda); Ortadoğu'da (rekabet savaş boyutunda bütün şiddetiyle devam ediyor), Ortadoğu'nun bir parçası veya geniş Ortadoğu'nun bir alanı olarak Doğu Akdeniz'de hakimiyet, Ortadoğu'da kimin hakim olacağına bağlı olarak şekillenecek; Libya, Kıbrıs, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi'nde hakimiyet kavgası henüz sonlanmadı; Ukrayna da dahil Karadeniz şimdilik kaynamada tutuluyor, ama her an patlayabilir; Kafkasya/Hazar Havzası ve Orta Asya üzerine rekabet henüz doğru dürüst başlamadı bile.

Neresinden bakarsanız bakın, bu rekabet alanları bir biçimde ya Türkiye'ye dokunuyor veya da doğrudan Türkiye'yi ilgilendiriyor. Bu nedenle Türkiye, Amerikan emperyalizmi jeopolitikası için vazgeçilemez stratejik önemdedir.

ABD ve AB Türkiye’den somut olarak ne istiyorlar? Demokrasi, özgürlük vb. türünden ikiyüzlülüklerini bir kenara bırakalım. Taraflar arasındaki ilişkileri somutlaştırırsak kimin kimden ne istediği açığa çıkar.

1-Güney Kafkasya (Azerbaycan-Ermenistan savaşı): Özellikle Fransa başta olmak üzere AB ve ABD bu savaşta Rusya-Türkiye ikilisinin nihai sonuç alıcı rolünden, Türkiye’nin bu savaş üzerinden bölgede inisiyatif sahibi olmasından rahatsız oldular.

Güney Kafkasya (Azerbaycan-Ermenistan savaşı) ABD/AB ile Türkiye arasında bir gerginlik değil, açıktan birer çelişkidir. Türkiye, ABD ve AB’ye rağmen Rusya ile iş birliği yaparak bu savaşa doğrudan müdahil olmuştur.

2- Ortadoğu:

Suriye/Rojava: Savaşa Rusya doğrudan girdikten sonra Rusya ile doğrudan savaştan kaçınmak için Türk devletine söylenen şuydu: Esad rejimini devirmekten vazgeçerek sınırlı düzeyde savaşa gir. Erdoğan rejimi başlangıçtan itibaren Esad rejimini devirmek şartıyla emperyalist koalisyonun kara gücü olarak Suriye’yi işgal etmek istiyordu. Fakat ABD-AB emperyalistlerinin Rusya’nın dahilinden sonra politika değiştirmeleri üzerine Erdoğan, Rojava devrimini ezmek ve siyasi masada nüfuz sahibi olmak için sınırlı bir işgal politikasını kendi başına uyguladı. Emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanarak Suriye’ye girdi. “Fırat Kalkanı Harekâtı” adını verdiği askeri saldırı ile Cerablus-El Bab hattını işgal etti. Sonra “Zeytin Dalı Harekâtı” ile Efrîn’i işgal etti. En son olarak da “Barış Pınarı Harekatı”yla Girê Spî-Serêkaniyê hattı M4 karayolu derinliğine kadar işgal edildi. Yalnızca Cerablus işgali ABD’nin desteğinde gerçekleşirken, diğerlerinde ABD de Rusya da Türkiye rejimini yanında tutmak/yanına çekmek; Rojava devrimini geriletmek için uzlaştılar, yol verdiler.

Türk devleti, Efrîn işgalini, ABD ve Rusya’nın rızası ile, Fırat’ın doğusundaki işgali ABD ile Rusya arasındaki çelişkilerden yararlanarak gerçekleştirdi.

İdlib: Burada sorun Türkiye ve Rusya arasındadır ve sıcak bir çatışma olmasın diye veya başka alanlarda pazarlıklarda koz olarak kullanmak için İdlib’de her iki devlet itişip-kakışmaya devam ediyor. İdlib bağlamında AB göç olasılığından, ABD ise Esad rejimini zayıflatmak hedefiyle Türkiye işgalinin yanında yer alıyor. Amerikan emperyalizminin DSG’ye silah sevkiyatı ve geçici askeri ittifakı, Türk burjuvazisinin “kırmızı çizgisi”. Bunu sürekli tekrar etmektedir.

Peki, ABD’yle yer yer onayını alarak yer yer çelişkiye düşerek işgal ettiği Rojava’dan çıkar mı? Rojava’yı yok etme, tamamen işgal etme politikasından vazgeçer mi?

Irak/Güney Kürdistan: Son dönemde Irak merkezi hükümeti ve Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasındaki sürdürülen diplomasi trafiği, Kürt Özgürlük Hareketi’nin bölgedeki etkinliğini kırmaya ve yok etmeye yöneliktir. Türkiye birkaç yıldan beri Güney Kürdistan’ı adım adım işgal etmektedir. Geçmişte “gir, imha et ve çık” taktiğini uyguluyordu. Yeni konseptine göre “gir ve işgal et” taktiğini uyguluyor.

Türkiye’nin Güney Kürdistan’daki varlığına, işgal politikasına kim karşı? İran ve AB’den Fransa. Peki, bunlar karşı diye Türk burjuvazisi buradan çıkar mı?

Rojava, İdlib ve Irak/Güney Kürdistan eksenli Ortadoğu’da ABD/AB ile Türkiye arasında bir gerginlikten değil, çıkar bazında bir çelişki yumağından bahsedebiliriz.

3-Doğu Akdeniz: Diktatörlük harekete geçtiğinde Doğu Akdeniz, Türkiye’ye sorulmaksızın kıyıdaş ülkeler arasında paylaşılmış ve büyük tekeller elde ettikleri parsellerde petrol ve doğal gaz aramaya başlamışlardı. Türk burjuvazisi bunu tanımadığını açıkladı ve Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile deniz yetki alanları anlaşmasını imzalaması bölgede kıyameti kopardı.

Türkiye, Libya ile yapılan anlaşmaya göre, Doğu Akdeniz’i parselledi ve kendi sondaj gemileriyle faaliyete başladı.

Sonuç: Rusya şimdilik sessiz. ABD, Fransa, Almanya, her üyesi katılmasa da bir bütün olarak AB, Mısır, Türkiye’nin “hak aramasına” karşı olduklarını açıkladılar. Fransa ve ABD’nin Yunanistan’ı öne sürmeleri meseleyi değiştirmedi ve sonuçta Türkiye’nin “hak araması” hem ABD’nin ve hem de AB’nin çıkarlarına dokundu. Fransız ve Alman emperyalistlerinin çıkarı için AB, Doğu Akdeniz’i de bir AB denizine dönüştürmek istemektedir. ABD böyle bir alanı, enerjiden ziyade jeopolitik olarak değerlendirmektedir; orada olan Rusya, oraya adım adım yaklaşan Çin, Amerikan emperyalizmini Doğu Akdeniz gibi bir stratejik kavşakta korkutmaktadır.

Sonuç: Önde gelen bütün emperyalist ülkeler orada. Buna kiraladığı limanlarla Çin de dahil. ABD’de seçim sonuçları, Fransız savaş uçaklarının devreye girmesi ve AB ile görüşmeler sonucunda Türkiye, “diplomasiye şans tanımak” için sondaj gemilerini geri çekmek zorunda kaldı. Şu anda sessizlik hâkim. Doğu Akdeniz’de ABD/AB ile Türkiye doğrudan karşı karşıyadır.

4-Kıbrıs: Yılan hikayesine dönen Kıbrıs sorunu, Doğu Akdeniz’de enerji kaynaklarının bulunmasından ve bu kaynakların paylaşımı için rekabetin keskinleşmesinden sonra yeniden gündeme geldi. Özellikle ABD ve Fransa, Güney Kıbrıs’a yerleştiler. Kıbrıs üzerine alevlenen rekabete faşist diktatörlük, “iki devlet” diye cevap verdi. Öyle veya böyle Kıbrıs’ın ikiye bölünme süreci artık engellenemez bir aşamaya gelmiş gözükmektedir. Kıbrıs'ta ABD/AB ve Türkiye doğrudan karşı karşıyadır.

5-Libya: Türkiye'nin Libya’ya müdahil olması, pek çok ülkeyi ürküttü. Çünkü Libya, bir taraftan Doğu Akdeniz ise diğer taraftan da Afrika, ama özellikle de Sahra Afrika’sı demektir. Sahra Afrika’sında Fransa hakimdir. Ancak bu hakimiyetini Çin lehine kaybetmektedir. Şimdi buna bir de Türkiye eklendi. Libya'nın birliğini sağlamak için seçim süreci devam ederken, savaşa ara verildi. Ancak, sonucun ne olacağı belli olmaz. İşine gelmeyen taraf bu süreci tersine çevirebilir. Rusya, Mısır, Fransa, ABD, Türkiye, İtalya şimdilik bekleyişte. Libya, Türkiye’nin tam bir emperyalist politikasıdır. ABD/AB ve Türkiye doğrudan karşı karşıyadır.

6-Rusya: Suriye’de uçak düşürme olayından nispeten kısa bir zaman sonra Türkiye-Rusya ilişkileri oldukça hızlı gelişti. Her iki taraf, ilişkileri müttefiklik zeminine oturtmuyor, ama çıkarların uyuştuğu alanda ortak, uyuşmadığı alanlarda ise rekabet içinde hareket etti ve ediyor.

Rusya ve Türkiye’nin Rojava’da ortak hareketi, Azerbaycan-Ermenistan savaşında ortak hareketi ve Türkiye’nin Rusya’da hava savunma sistemi (S-400) satın alması ABD’nin hiç işine gelmedi.

Türkiye’nin Karadeniz, Kafkasya, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de Rusya ile pek çok kez ortaklık içinde hareket etmesi, sorunlu durumlarda Astana sürecinin devreye sokulması, ABD’nin dünya jeopolitikasına tamamen ters düşmektedir. Bu nedenle ve sadece bu nedenle ABD, Türkiye’nin Rusya’ya yakınlaşmasından oldukça rahatsız. Türkiye’nin Rusya politikasına ABD doğrudan karşıdır.

Bundan sonra ne olacak? Gerek ABD’nin gerekse de AB’nin Türkiye’yi zorlamak, eski politikaya döndürmek için ellerinde devasa ekonomik potansiyel vardır. Her iki taraf Türk burjuvazisini uluslararası alanda siyasi-diplomatik olarak zorlayabilir. Askeri alanda ambargo ile Türkiye’nin askeri gücünü zayıflatmaya çalışabilir.

ABD jeopolitik açıdan Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu-Doğu Akdeniz ekseninde Türkiye’siz fazla bir şey yapamaz. Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da ne İsrail ve ne de Mısır (bir ölçüde alternatif olsa da) Türkiye için bir alternatiftir.

“Beyaz sayfa açalım”! Türkiye, söz konusu bölgelerde şimdiye kadar elde ettiği konumları koruma zemininde diplomatik bir atakla, yeni bir sayfa, “beyaz sayfa açalım” adına ABD ve AB’ye zeytin dalı uzatmaktadır. Peki, bunu nasıl yapıyor? “Oturalım konuşalım” tarzında yapıyor.

Saray rejimi söylemde de olsa ABD ve AB ile ilişkilerine dikkat eder oldu. Esip gürleyen diktatörün yerini müzakereye, demokrasiye önem veren diktatör aldı. Ara sıra Miçotakis ve Macron’a çıkışsa da önümüzdeki süreçte dış politikada “yumuşak” bir Erdoğan göreceğiz.

AKP, iktidarının ilk yıllarını yaşar gibi “Türkiye olarak yerimiz ve geleceğimiz Avrupa’dır” söylemini sıklaştırdı. AB üyeliği için yeni sayfa açılmasından bahsetmekle yetinmedi, daha ileri giderek “Reformda kararlıyız, AB bize destek olmalı” dedi.

Beyaz sayfa açma mesajları Washington’a da gönderildi. Diktatörün sözcüsü Kalın, Biden'ın Türkiye'yi yakından tanıdığına işaret ederek şu açıklamada bulundu: "Biden yönetimine gelince; ilişkimiz saygı, ortak çıkar ve karşılıklı egemenliklerimizin tanınmasına dayandığı sürece iyi bir ilişkimizin olacağına inanıyoruz." "Özellikle Suriye'den Irak'a, Libya'dan Kafkasya'ya ve Körfez ülkelerine kadar bugünkü meydan okumaları göz önüne aldığınızda onların (Biden'ın ekibi) Türkiye'nin stratejik önemini ve değerini ilişkinin merkezine koyacaklarına inanıyorum. İnanıyorum ki onlar Türkiye ile çok olumlu bir ilişkiye hazırlar."(1)

Diktatör, ABD ve AB ile ilişkileri nasıl bir taktik çerçevesinde yürüteceği şimdiye kadarki ilişkilere bakarak çıkartabiliriz: Erdoğan, bir taraftan ilişkileri ABD’yi AB’yle dengeleyerek yürütürken, diğer taraftan da kendi deyimiyle diklenmeyecek, ama dik duracak; yani alttan alarak, zamana yayarak, mümkün olduğu kadar taviz vermeyerek yol almaya çalışacaktır.

Faşist diktatör nihayet 2001’de “İlk işimiz, AB düzenlemelerini yapıp üyelik tarihi almaktır”dan “Eyy Avrupa, siz gerçek manada faşistsiniz. Siz gerçek manada Nazi’nin zincir halkalarısınız”a(2) gelmişti. Şimdi ise “Kendimizi başka yerlerde değil Avrupa'da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz” demektedir.

 

AB: Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden ve Türkiye’nin Libya ve Doğu Akdeniz’deki faaliyetinden bu yana gerginliğin çelişkiye dönüştüğü bir rotada ilerledi.

Türkiye-ABD ilişkilerinden farklı olarak Türkiye-AB ilişkileri kesin/sert tehditler içermemiş, inişli çıkışlı ilerleme içinde seyretmiştir. Tabii ilişkileri askıya almak, kesmek gibi silahları kullanmak isteyen Fransa gibi AB üyeleri de yok değildir. Ancak, buna karşın İtalya ve Almanya gibi emperyalistler de Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs yönetiminin Akdeniz’deki haklarına daha olumlu bakmaktalar. İlişkilerin daha fazla gerilmesinden yana değiller.

AB’nin şimdiye kadar ki politikası, Türkiye’yi dışarı atma, ilişkileri kesme tehdidine dayanan bir politika olmamıştır. AB’nin Türkiye'yi bir çırpıda kenara itme lüksü yoktur. Her iki taraf da bunun bilincinde. Bu nedenle 10-11 Aralık zirvesinde, Yunanistan ve Fransa’nın bastırmasına rağmen yaptırım kararı çıkmamıştır.

AB, her ne kadar Türkiye’ye karşı söz konusu sahada ABD ile ortak hareket edeceğini açıklasa da Türkiye ile iş birliğini kendine göre, kendi çıkarları temelinde geliştirmeye, yeniden yapılandırmaya yönelecektir.

Türkiye-AB arasında söz konusu çelişkiler temelinde ilişkilerin yeniden yapılanmasında Türkiye, kurguladığı saha-masa dengesini kararlılıkla savunmak, AB de bu dengeyi kendi lehine bozmakla karşı karşıyadır.

ABD: Her iki taraf arasındaki güvensizlik, kaçınılmaz olarak, öncelikle güvensizlik duyulan alanlarda olmak üzere rekabete yol açmıştır. Bu adımlar; Türkiye’nin bölgesinde attığı adımlar ve askeri varlığını güçlendirmesi, Rusya ile ilişkilerini geliştirmesi başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçleri oldukça rahatsız etmiştir.

Diğer taraftan da askeri potansiyeline dayanarak Rojava, Güney Kürdistan, Libya, Azerbaycan, Afganistan, Doğu Akdeniz, Basra Körfezi (Katar), Somali ve Kızıldeniz’deki askeri varlığı, işgalleri ve emperyalist politikalarının sonucu olarak artan nüfuzu, Batı dünyasını, faşist diktatörlüğün bu yayılmacılığını kabul eder konuma getirmektedir. Bu da bir gerçektir. Ve bu gerçeklik ABD’yi rahatsız etmektedir.

Şimdi ABD, Türk burjuvazisinden bu adımlarının hesabını soracak. Hangi konularda?

Başta Türkiye’nin Rusya ile geliştirdiği ilişkilerin, Rusya’dan satın aldığı S-400 hava savunma sisteminin hesabını soracak. CAATSA yaptırımları ve F-35 projesinden Türkiye’nin çıkarılması gibi savunma sanayi ile ilgili konular masaya konacak. Halkbank davası, Rojava, Kıbrıs, Doğu Akdeniz, Libya, Güney Kafkasya gibi coğrafyalardaki Amerikan emperyalizminin çıkarlarına ters düşen faaliyetler masanın baş köşesinde olacak.

AB gibi ABD de bu hesaplaşmayı Türkiye'yi dışlama pahasına yapmayacaktır. ABD masada hem havuç hem sopa kullanacaktır. AB gibi ABD de Türkiye'yi kaybetme lüksüne sahip değildir. Soruna bu perspektifle yaklaşılacaktır ve Türkiye-ABD arasında söz konusu çelişkiler temelinde ilişkilerin yeniden yapılanmasında Türkiye, kurguladığı saha-masa dengesini savunmak, ABD de bu dengeyi kendi lehine bozmakla karşı karşıya kalacaklar.

Amerikan emperyalizmi, dünya gücü olarak kalmak ve en önemli rakibi Rusya ve Çin'le dünya hegemonyası için rekabetini devam ettirmek istiyorsa atacağı adımlarda Türkiye'den vazgeçememenin belirgin izleri olacaktır. Kaybetmemeye uygun hareket edilecektir.

AB ve ABD ile ilişkiler, Türk burjuvazisinin diretmesi durumunda yıllarca gergin geçecektir. Türk burjuvazisinin kendini kabul ettirmesi, dünya jeopolitiğinde bazı değişiklik neden olabilir.

Türkiye, sahada elde ettiğini, masada onaylatmak peşindedir. Sürekli saldırı konumunda olamayacağını biliyor. Nitekim 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana sürekli yayılmacı bir politika izledi ve yayıldı da. Şimdi, bu yayılmacılığı diplomasi süreciyle kabul ettirmek peşinde. Bu nedenle Doğu Akdeniz’de sondaj gemilerini geri çekti.

Bir reset; ilişkileri sıfırlayarak, yeniden başlatmak olur mu?

Neden olmasın, olur. Ancak, ABD benim koşullarımda, benim çıkarlarıma göre, Türkiye de benim çıkarlarıma göre diyecek. ABD’nin koşullarına, çıkarlarına göre yeni bir başlangıç, Türkiye’yi Marshall Planı, Truman Doktrini, NATO’ya giriş koşullarına götürür. Bu, Amerikan emperyalizmine bağımlılığın yeni bir başlangıcı olur. Bunu Türk burjuvazisi kabul eder mi?

Türk burjuvazisinin direttiği noktalarda yeni bir başlangıç, Amerikan emperyalizminin, bölgemizde silinmese de bölge, ama özellikle de dünya jeopolitikasında iddiasının darbelenmesi demektir. ABD bunu kabul eder mi? Asla kabul etmez.

ABD’nin Türkiye’ye vereceği havuç var mı? Pek yok.

-Türkiye, ABD ve AB istiyor diye Orta Asya’nın fiziki yolunu açan, Rusya’nın hiçbir emperyalist gücü yaklaştırmadığı Güney Kafkasya'dan çıkar mı?

-Türkiye, Fransa istiyor diye Güney Kürdistan’daki üslerini terk eder mi?

-Türkiye, ABD ve AB istiyor diye Rojava’nın doğusundaki işgallerinden vazgeçer mi?

-Türkiye, ABD istiyor diye SGD’yle barışabilir mi, ABD ve AB askeri ittifak süresince Rojava’nın doğusundaki Kürt özerklik statüsüyle uzlaşıyor diye kendisi de uzlaşır mı?

-Türkiye, ABD ve AB istiyor diye Kıbrıs'tan çıkar mı?

-Türkiye, ABD ve AB istiyor diye Libya’dan çıkar mı?

-Türkiye, ABD ve AB istiyor diye Doğu Akdeniz’de kıyıdaş ülke olarak MEB’den vazgeçer mi?

-Türkiye, ABD ve AB istiyor diye Ege Denizi’nde Yunanistan ile gerginlikten vazgeçer mi?

Diktatör Erdoğan bu konuların hemen hepsini “kırmızı çizgi”, “ulusal çıkar” ilan etti: Çıkmam, kabul etmem, diyor. Ne kadar direteceğini veya ilişkileri eskisi gibi devam ettirme kıvamına getirebilmek için ne kadar yumuşatılacağını göreceğiz.

-Türkiye, “S-400’den geri adım atmayacağız”dan vazgeçer mi? Vazgeçmem diyor ama vazgeçebilir! Belki de koşullu vazgeçer: Örneğin, Libya, Rojava ve Güney Kürdistan’daki, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki işgal ve haklarımı kabul edersen S-400’den vazgeçerim, diyebilir. ABD bunu kabul eder mi? Etmez.

Buna karşın ABD, Türkiye’nin Rusya ile geliştirdiği ilişkilerden, S-400 satın almasından o kadar tedirgin ki, S-400 Türkiye’nin meselesidir, “Üstünde konuşulacak bir sorun yok; Türkiye bu sorunu kendisi çözmeli”dir noktasında. Yani “Önce o sorunu hallet, sonra masaya otururuz”da ısrarını devam ettiriyor. Türkiye bu ısrara boyun eğer mi? Hemen her gün gazete ve televizyonlarda hava savunma ihtiyacından ve bu ihtiyacı gidermek amacıyla alınan S-400’den bahsedilirken, şimdi hiçbir şey olmamış gibi bu savunma silahından vazgeçmek Erdoğan ve AKP’yi geriletir.

Kısaca: Bunca tantanadan, şovenizmden, asarım keserimden sonra geniş bir alanda giriştiği emperyalist politikadan, işgallerden vazgeçer mi? Bu alanlardan çekilmek, eski düzene dönmek ABD’nin çıkarlarına göre hareket etmektir. Bunu yapmak, içte diktatörü ve AKP’yi sarsar.

Havuç olmadığına göre geriye sopa kalıyor.

Türk burjuvazisinin diretmekten başka yapacağı fazla bir şey yok.

Bir restleşme olur mu? Öyle ki, başlangıçta masa, restleşme masası olabilir. ABD’nin açıklamaları masaya korkmuş bir Türkiye’nin oturmasını sağlamaya yönelik. Ama restleşme ne ABD’nin ve AB’nin ve ne de Türk burjuvazisinin işine yarar. Nihayetinde restleşme, ilişkilerin kopmasına kadar giderse ancak Rusya ve Çin sevinebilir.

ABD ve AB, elindeki mali ve ekonomik kozlarla, hatta NATO ortaklığı ile silah bağımlılığını kullanarak, Türk burjuvazisini özerkçe değil kendilerinin emperyalist hakimiyeti sınırları içinde hareket etmesini sağlamak için belirli baskılama uygulayabilir. Türk burjuvazisi, nihayetinde ABD ve AB emperyalistlerine mali-ekonomik yönden bağımlıdır. ABD ve AB’ye bağımlılığın temeli üzerinde kopmayıp ilişkileri onarmaya muhtaçtır. Birbirlerine muhtaçlık karşılıklıdır. Bu nedenle bölgesel alanda çelişki, gerilim, uzlaşma biçiminde bağımlılığı devam ettirmek zorunda kalacaklardır.

Sonuç itibariyle: Türkiye-ABD hesaplaşması, rekabet, gerginlik ve uzlaşma olarak sürecektir. Türkiye, Suriye ve Rojava, Güney Kürdistan, Libya, Doğu Akdeniz, Güney Kafkasya’daki, işgallerini, savaş örgütlenmelerini, ABD-AB emperyalistleriyle uzlaşarak şekillendirmek zorunda kalacaktır.

 

Dipnotlar

1 CNN International,11 Şubat 2021, aktaran Star gazetesi

2 Erdoğan’ın 26 Ekim 2020 tarihli konuşması

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi