Louis Bonaparte'ın On Sekiz Brumaire'i Hakkında Bir Deneme

Karl Marks'ın L. Bonaparte'ın On Sekiz Brumaire’i adlı kitabı yine Marks'ın Fransa'da Sınıf Savaşları ve Fransa'da İç Savaş adlı kitaplarıyla birlikte anılır. Üç kitap boyunca Marks, yakından izlediği Fransa’daki politik mücadeleden hareketle deneyimleri soyutlayarak bir sistem analizi yapmıştır. Neden Fransa ile bunca yakından ilgilendiğini Avrupa tarihine bakarak anlayabiliriz. Burjuva devrimlerin en şiddetlisi Fransa’da yaşandı. İngiltere devrimsiz biçimde o yılları geçirdi. Prusya’daki geçiş daha ‘dengeci’ bir modelle gerçekleşti. Fransa’da ise bu tür geçişkenlikler yoktu. Hesaplaşmalar kanlıydı. Marks 1830’dan 1870’li yıllara kadar Fransa siyasetine tanıklık etti ancak o dönemde de taşlar yerine oturmuş değildi. Akmakta, şekillenmekte olan çelişkili-çatışmalı bir evreye dair değerlendirmeleri bu nedenle de harikuladedir.

Fransa’da Sınıf Savaşları’nın merkezinde, 1848 devrimlerinin bir parçası olarak, bütün yakın tarihiyle birlikte Fransa vardır. Burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişki ve çatışmaların uzlaşmaz karakter kazandığı olayların belirleyici olanı 1830'da Lyon'da meydana gelen ayaklanmadır. Feodalizme karşı geçici olan burjuvazi-proletarya ittifakı 1830’da dökülen kanla sona ermiştir. Fransa'daki 1848 Şubat’ında başlayan devrim ise yeni bir duruma işaret eder. O andan itibaren “devrim” doğrudan burjuvazinin iktidarını devirmek demektir.

Stratejik önemdeki analizlerin merkezine yerleşen bu belirleme Marks'ı “devlet” sorunu ile “iktidar” meselesi hakkında düşünmeye sevk etmiştir. Burjuvaziyi devirecek olan toplumsal kuvvet proletaryadır ama bunu nasıl yapacaktır? Hem örgütsüz hem birikimsizdir zira. Marks Fransa'da Sınıf Savaşları ve Louis Bonaparte'ın On Sekiz Brumaire’i döneminde şu tezi ileri sürdü: Burjuvazinin iktidarının sembolü ve iletişim sistemi olan devlet işçi sınıfı tarafından fethedilmelidir. Güzel ama nasıl? Burası açık değildir. Ancak o belirsizlik içinde dahi öne çıkan şudur: Marks, mücadeleyi tek ülke sınırlarını esas alarak düşünmüyordu. Bütün Avrupa’yı kapsayan bir modeli, daha tam ifadesiyle enternasyonal dayanışmayı gözetiyordu. Şöyle düşünebiliriz: burjuvazi bütün bencilliğiyle “ulus devlet”i kutsallaştırıp oradaki pazara hâkim olmak, başka pazarları ele geçirmek için savaşmak yolunu tutarken, Marks bütün o coğrafyadaki işçilerin birleşik mücadelesi üzerinden konuya yaklaşıyordu. Ülke-devlet sınırlarına hapsolan mücadelelerin uzun süreli zafer şansı olmadığını, yine Fransa’nın Paris’ine sıkışan “komün” bile en net biçimde gösterecektir.

Marks’la ilgili düşünürken gözden kaçırılmaması gereken en önemli detaylardan biri düşüncelerini hızla değiştirebilme yeteneğidir. Fikri donuk değildir, kendisine sorulan bir soruya verdiği yanıtta ‘bütün bildiklerinden şüphe ettiğine’ işaret eden cevabı bununla da ilgilidir. Hiçbir tarihsel kişilik yoktur ki dışarıdan bakıldığında tutarsız görünen pek çok düşünce ve eylemi kendi kişiliğinde barındırmasın. Lenin en tipik örneğidir. Bu yazıyla ilişkisi çerçevesinde Marks’ın ulus meselesindeki yaklaşımı bu kapsamdadır. Önceleri genel geçer düşüncelere sahipken İrlanda sorununa eğildiğinde bakış açısı olgunlaşarak değişecek, yaşam serüvenindeki deneyimin sağladığı derinlikle düşüncelerini zenginleştirecektir. Hindistan’a dair, çokça tartışma konusu olan ilk yaklaşımı da örneğin bu çerçevededir.

Uzun yıllar proletaryanın iktidarı fethini savunan ve neredeyse yirmi yıl boyunca bu esas tezi dikkate alarak diğer yazdıklarını çerçeveleyen Marks, Fransa'da İç Savaş’ta bütün o mekanizmanın dışına çıkarak bunun yetmeyeceği, proletaryanın devlet cihazını parçalaması gerektiğini söyleyecektir. Üstelik bu belirleme sadece bir şehirde cereyan eden 72 günlük komün deneyiminden çıkarılmıştır. Yeni bir teoriyi kuran insanın niteliği, olayların küçüklüğüne, tekilliğine yenilmez ve orada tarife dair ne varsa onu soyutlar. Bunu yaparken de geçmişte yaşadıklarıyla uyumlu mu değil mi diye düşünmez. Çünkü karşıt sınıfların pratik mücadelesinin deneyimlerinden öğrenerek teorisine son şeklini veren görüş açısına sahiptir,

Marks’ın devlete dair bu yeni düşüncesi sonraki bütün devrim deneyimleriyle doğrulandı. Hatta ‘ele geçirme’ ve ‘parçalama’ amacı etrafında meydana gelen tartışma ve ayrışmalarda ilkini savunanlar ‘düzen içi’ ve diğerleri ‘devrimci’ olarak tanımlandı.

Paris Komünü’ne dönelim. Olaylar olup biterken Marks komünü dikkatle takip etti. Mektuplar yazdı, haberciler yolladı, komün içindeki kişisel kavgaları eleştirdi, hatta Paris’in kuşatılacağını haber verdi. Kişisel ilişkilerini kullanarak “devletten” bilgi aldı, planlarını öğrendi, yaptıkları anlaşmaları takip etti. Sahada ve barikatların başında değildi ama o dört başı mamur bir liderdi ve belki de sahada ve barikatlarda olanların kendi güçlerine aşırı güvenmeleri nedeniyle yaşadıkları körlüğe maruz kalmadan serinkanlılığını koruyabildi. Almanya-Fransa barış anlaşmasını takip edebilmesi, Versailles birliklerinin Alman hatlarından geçeceğini ve Paris’e giden ikmalin tümden kesileceğini okuyup gelmekte olanı görmesi de bu çerçevede düşünülebilir. Bütün iyimserliğine karşın Marks’ta kof bir güç sarhoşluğu yoktur ve ihtiyatlıdır.

Bu arada Komün’ü sonraki yıllarda pek önemsemez Marks. Önüne bakar, ‘devlet olmayan devlet’ miydi, ‘proletarya diktatörlüğü’ müydü; olaylar sıcaklığını kaybedince Marks, o örnekten edineceğini edinmiş bir rahatlıkla başka konularla ilgilenir.

Kapitalizm dünyasal karakterdeydi, yayılmadan, önceki bütün biçimleri çözmeden durması imkansızdı. İşleyiş yasalarını ortaya çıkaran ve bunu yaparken kapitalizmin ebediliğini var etmeye varacak olan burjuva ekonomi politik ideolojisini darmadağın eden Marks’tı. Kapitalizm tasfiye edilecek. Önceki iktisadi sistemler ihya edilemezdi ama kapitalizmde de kriz kaçınılmazdı ve ilelebet sürmesi imkansızdı. Komünizm, kapitalizmin düşmanıydı. Dikkat edilirse devlet analizleri de nerdeyse eş zamanlı olgunlaşma içermektedir; Kapital’e 1860’larda girişilmiş, Komün 1871’de gerçekleşmişti.

Başka kimi kurumlar gibi ‘devlet’ de göreli özerkliğe sahiptir. Marks’ın başlı başına inceleyemediği imparatorluklarda bu, diğerlerine göre biraz daha böyledir ve türlü tarihsel sebepleri vardır. Ancak son analizde özerklik kapitalist iktisadın önünde secde eder. Bonapartizm olarak tanımladığı ve On Sekiz Brumaire'e konu olan olay ve süreçler de geçici bir durumdu. Sınıf savaşının esas olduğu sınıflı toplumlarda özerk-dengeci iktidar biçimleri onu sürdüremezdi. Kapitalizmi kutsayan iktidar biçimlerinden biri veya devrim; bu seçeneklerden birinin galip gelmesi kaçınılmazdır. Bambaşka bir zaman diliminde ve atmosferde Lenin de “ikili iktidar”dan söz ederek benzer bir analizle durumun geçiciliğini vurgulayacaktır. Hayat ikisini de doğruladı.

Louis Bonaparte’ın On sekiz Brumaire’i kitabı New York Tribune için kaleme alınan yedi makalenin toplamıdır. Kitaba adını veren “On sekiz Brumaire”, Marks’ın Louis Bonaparte'ın 2 Aralık 1851'deki “darbesi” üzerine düşünürken Napolyon Bonaparte'ın 9 Kasım 1799'da kendisini konsül ilan ettiği darbe tarihine göndermedir. -ki bu tarih, burjuva devriminin ardından yok sayılan/yürürlükten kaldırılan eski takvimin yerine ilan edilen yeni takvimde “On Sekiz Brumaire”di.

Bu makalelere konu olan kişi Napolyon’un yeğeni olduğunu iddia eden biri ve işin bu kısmı epeyce tartışmalıdır. Ancak kendisinin yenilginin ardından sürgün ve ölümle tanışan Napolyon’un isminin/soy isminin etkisini kullanmak istediği kesindir. Adı Louis Philippe olan o kişiden Marks “Louis Bonaparte” diye bahsederken alay eder.

Kanıtı olmayan bu akrabalık bağı iddiası şu yasaktan yararlanır: Fransız devrimi, kişilerin babalarını sorgulamayı ve o eksenli bir soy takibi yapılmasını yasaklamıştı. Louis Philippe başka bazı değerlendirmelerde “polis” diye tanımlanır. Tam ifadesi şudur: Kendisi 1830'lu yıllarda İsviçre uyruğuna geçmişti. 1848'de İngiltere'deydi ve Çartistlerin gösterilerini bastırmak için oluşturulan “yardımcı polis kuvvetinin” gönüllü katılımcısıydı. Marks onun Fransa Cumhuriyeti’nin başkanı olmak için gereken Fransız yurttaşı olma zorunluluğu vasfını taşımadığını vurgularken, polislik durumunu da belirterek “lümpen proletaryanın lideri III. Napolyon” der, midesine düşkünlüğünü diline dolar ve epeyce hırpalar.

1852 yılının ilk iki ayında kaleme aldığı söz konusu makaleleri Marks 1848 devrimlerinin yenilgisinin ardından Amerika'ya gidip oradaki Alman işçilerinin örgütlemesi çalışmasında yer alan J. Weydemeyer'e yolladığında yazdıklarının tekrar tekrar ilgi göreceğini düşünmüyordu. Amerika'da aylık bir dergide basılan yazıların Almanya dağıtımını üstlenen cesur bir kitapçı bulunamamıştı. Bütün malzemesi III. Napolyon'un hükümet darbesinden önceki olaylar olan ancak derin bir sezgisellikle sonraki süreçleri de haber veren bu çalışmayı Engels “Güncel tarihin yüksek kavranılışı” saymıştır. Makaleleri okuyacak olanlar olağandışı olaylar silsilesinin olağanüstü derin çözümlemesiyle karşı karşıya gelir.

Hatırlanacağı gibi Marks, bir yenilgiyle bitmesinin çok büyük bir ihtimal olduğunu önceden kestirdiği ancak başladıktan sonra canla başla çabalayarak ayakta kalmasına çalıştığı Paris Komünü'nü “Duru gökte çakan bir şimşeğe” benzetmiştir. Bu benzetmede normal koşulların elverişsizliğine vurgu da vardır. Çünkü duru gökte çakan şimşekler yağmur yağdıramaz, uzun ömürlü olamaz. Aynı benzetmeye bu kitabın 1869 tarihli önsözünde rastlarız. Marks, benzetmeyi III. Napolyon'a karşıtlığıyla bilinen ve harikulade bir eser olan Sefiller’i de yazan Victor Hugo'ya atfen kullanır. Bir fark ile: Hugo, bunu III. Napolyon'un 2 Aralık darbesini ele alırken düşünmüştür. Gerek Hugo'nun gerek nesnel tarih anlatımı tuzağına düşerek bu darbeyi ve darbeciyi “Tarihsel gelişmenin bir sonucu” sayan Prudhon'un yaklaşımlarını eleştiren Marks'a göre durum şudur: “Ben ise Fransa'daki sınıf mücadelesinin, nasıl vasat ve grotesk bir şahsiyetin bir kahraman rolü oynamasını mümkün kılan durumları ve koşulları yarattığını gösteriyorum.”

1885 tarihli üçüncü baskıya önsöz yazan Engels, olaylardan epey sonra, kitaba konu olan olayları yine “pırıl pırıl havada inen bir yıldırım” diye niteleyecek ve Marks'ın “Tüm gidişatın içsel bağlamını, kısa, veciz bir tasvirle ortaya koyduğunu” hatırlatacaktır.

Fakat burada ilginç bir paradoks vardır. Marks, Prudhon'u, 2 Aralık darbesini zorunlu olağan sonucu saydığı için eleştirirken, Engels, bahsi geçen önsözde 2 Aralık darbesini, Marks'ın “doğal, zorunlu bir sonuç olarak çözümledi”ğini yazar. Burada Marks'ın sınıf mücadelesindeki çoklu ihtimallere vurgu yapan yaklaşımıyla Engels'in “yasalı” düşünme biçimi arasındaki farka şahit oluruz. Savunmacı ve indirgemeci bir tutumla ikisini bir bütünün iki parçası biçiminde ele almak mümkün değildir. Engels doğa yasalarını “görece özerklik” paylarını dışlayarak toplumlara aktarırken pozitivist metotlarla etkileşimi gözetirken, Marks, hemen her zaman irade ve olanaklara daha fazla vurgu yapmıştır. Bunu Rusya'daki devrim hakkında Vera Zazuliç'e yazdıklarında da Gotha-Erfurt Program tartışmalarındaki yaklaşımında da pek çabuk fark etmek mümkündür.

Hegel, olan ne varsa tümünü “rasyonal” sayıyordu. Dinlerde, metafizikte, diyalektiğin idealist kavranışında ve bunların karşıt kutbunda konumlanan pozitivizmde sonuçlar ve olgular “zorunlu” addedilir. Marks bu bakışa toplum bilim bağlamında mesafelidir. Sonraki antropoloji ve tarih incelemeleri Marks'ı doğrulamıştır. Söz gelimi pek çok topluluk, benzer koşullara sahipken, aynı değil birbirinden bütünüyle farklı ve uzak tercihlerde bulunmuşlardır. Kültür, tarih, coğrafya gibi pek çok dinamik söz konusu tercihlerin şu değil de bu olmasını sağlayan faktörlerdir. Dolayısıyla doğada koşullar ile sonuçlar birbiriyle örtüşür ve ilki diğerini doğrudan belirlerken toplumlar söz konusu olduğunda böyle doğrudan bir belirlenim ilişkisi kurmak oldukça güçtür.

Tartışma, kendi halinde önemsiz bulunabilir. Ancak teorik çerçevedeki hemen her belirlemenin politikaya, örgütlenmeye, strateji-taktik bütününe doğudan ve ‘geometrik’ etkisi vardır. Nitekim Engels'in, ömrünün son yıllarında, kendi adlarını kullanarak onları istismar eden Kautsky gibi isimlerden şikayetinde bu kötüye kullanma hevesini fark etmesinin payı büyüktür. Zaten çok geçmeden, “yasalı-zorunlu süreç” analizleri pek çok 'sosyal demokrat' partiyi tarihsel ilerlemecilik anlayışına ve “demokratik sömürgecilik” belirlemesine vardırmıştır. Marks ve Engels'in açık, maksatlı istismarı olan bu yaklaşım zaman içinde kangrene dönmüş ve Lenin “Zimmervald solu” çıkışı ile onlardan kurtulmayı başarmıştır.

On Sekiz Brumaire bağlamını kullanarak Engels, Marks'ın şunu ortaya koyduğunu belirtir: “İster siyasal, ister dinsel, felsefi, ya da tamamen başka ideolojik bir alanda yürütülmüş olsun, bütün tarihsel savaşımların, aslında, toplumsal sınıf savaşımlarının az ya da çok belirgin bir ifadesi olduğuna ilişkin yasayı, karşılık olarak, bu sınıfların varlığının, dolayısıyla çarpışmalarının, bu sınıfların ekonomik durumlarının gelişme derecesi ile, bu  gelişme derecesinden doğan üretim biçimleri ve değişim biçimleri ile belirlendiğine ilişkin yasayı, ilk Marx bulmuştur. ”

Marks'ta 'üretici güçler' analizi ile 'sınıf mücadelesi' analizleri iç içedir. “Bilim”sel çözümlemeler yaptığı, işleyiş yasalarını ortaya çıkardığı kapitalizm analizinde 'sınıf mücadelesi' yaklaşımı ancak bir 'yorum' olabilirdi, oradan hareketle kapitalist üretim tarzı çözümlenmezdi. Tarihe ve topluma bakarken bu defa öne çıkan “sınıf mücadelesi” teorisidir ve 'üretici güçler' analizi buna bağlı şekillenir. Ancak ikisinde de yöntemi Hegel’inkinin eleştirel analizle oluşturduğu diyalektik bakış açısıdır.

“On Sekiz Brumaire”in ilk yazısının ilk cümleleriyle son yazısının son iki cümlesine bakalım. Her iki bölüm de vecize niteliğindedir, yaygın olarak kullanılır ve atıflar yapılır.

İlk yazıdan: “Hegel, büyük dünya-tarihsel olayların ve kişilerin sanki iki defa ortaya çıktığından bahsetmişti bir yerde. Şunu eklemeyi unutmuştur: Bir seferinde trajedi olarak, öteki seferinde fars. Danton'un yerine Caussidiere, Robespierre'in yerine Louis Blanc, 1793-1795 Montagne'i yerine 1848-1851'in Montagne’i, amcası yerine yeğeni. Masasında bir dizi mareşalin oturduğu ufak tefek onbaşı yerine, borca batmış bir düzine teğmeni etrafında toplamış Londralı bir polis memuru! Dahi'nin On Sekiz Brumaire'i yerine budalanın On Sekiz Brumaire'i”

Burada duralım ve bir parantez açarak şu birkaç cümlede dahi hemen öne çıkan yeni bir duruma işaret edelim; Marks'ın üslubuna ve hemen her cümlesinde başka eserlere, tarihi durumlara atıf yapmayı seven tutkusuna odaklanalım. Zira burası anlaşılmadıkça Marks'ı okumak hakkını vererek okumak, neredeyse imkânsız olacaktır. Marks'ı okumanın, okuyucuya yüklediği sorumluluk da buradan doğar.

Bunu anlamak için teorik-politik üretici olarak Marks'ın yaşamını, içine doğduğu dünyayı, kültürel birikimini, hatta 'zevkleri'ni bilmemiz gerekir. Sadece metne bakmak yetersizdir. Metni ve göndermelerini anlamak dahi meseleye vakıf olmanızı sağlamaz. Marks, çabuk tüketilir bir yazar değildir ve onu anlamak, amaçlı bir çabayla edinilmiş donanımı gerektirir. Bilindiği gibi çok edebiyat da bir defada tüketilmez; birikim emek ve zaman ister.

Daha ilk gençliğinden itibaren Marks edebiyata, felsefeye tarihe özel bir ilgi duydu. Ailenin geçmişi bir yanıyla Yahudi’dir ve Yahudiliğin temel kitabı Tevrat'ı, mitolojiyi, Hristiyanlığı, İncil’i bilir. On Sekiz Brumaire'de de bolca rastlanacağı gibi yazılarında Tevrat'tan cümleler, oradaki kıssalara atıflar bulunur ve bunları, derdini anlatmak amacıyla olduğu gibi kullanır. Onları belli bir teorik politik bağlamın içinden alarak yeni bir bağlama oturtur. Üstelik bunları yaparken hiçbir çekincesi yoktur. “Tufan taifesinin devleri” dediğinde, bunun İncil'de geçen ve Nuh Tufanı öncesindeki dev yaratıklar olduğunu bilen okurun oradan daha fazla izlenim edinerek, çağrışımlar yoluyla zenginleşeceğini bilir.

Marks'ın göndermelerinde sıklıkla isimlere rastlanır. 'Gracchus’, 'Publico,' Sezar', 'St. Paul', 'Pythia'... Bu gibi atıflar, her seferinde belli bir amaca matuftur. Genel bir eğilim olarak o isimler şöyle bir okunur, kulağa çalınan isim-çağırışımlar varsa onlarla yetinilir ve nihayet Marks aslında okunmamış olur. Bağlamından koparılmış 'güzel cümleler' ile yetinilen, Marksist temel klasiklerle bu zayıf bağlantılarla ilişkilenilen okuma-anlama yöntemi elbette verimsizdir ve maalesef tipiktir.

Marks, kendi döneminin en etkin ve en birikimli entelektüellerindendi. O, bununla birlikte salt bir entelektüel değildi. Burada 'dışlama' veya küçümseme değil içerip aşma vardır. Bu detay kaçırıldığında Marks'a haksızlık edilir. Bütün “iktisatçılar” dan daha derin analizleri vardı ancak o bir 'iktisatçı' hiç değildi. Pek çok başlıkla çoğaltılabilir bu durum onun gecikmiş bir “Rönesans aydını” niteliğine de işaret eder. Sartre'nin Marksizm için söylediği “Çağın aşılamaz ufku” ifadesi, Satre’in kendisi de sıra dışı birikime sahip biri olduğu düşünülürse, bir iltifat değildir.

Alıntıladığımız cümlelere dönelim. Danton, malum, jakoben liderlerden. Celladına “Kellemi halka göster. Görülmeye değerdir” demesiyle bilinir. Devrimin radikalleri birbirine girdiğinde Robespierre , O’nu giyotine yolladı ama sonra kendisi de aynı akıbetten kurtulamadı. Toplamı otuz bine varan giyotin idamları, radikalleştikçe kitleden kopan grupların hesaplaşmasına da geçiş hazırlamıştır. Devrim derken soyut sütliman bir tasvir anlaşılmamalı. Ne sınıflar ne ekipler saf halde ortadadır. Sözgelimi Kadın Yurttaşlığı Hakları’nı yazan Olympe de Gouges de aynı günlerde giyotine yollandı. Caussiere 1848 devrimleri sırasında İngiltere’ye kaçan bir Fransız sosyalisti. Lous Blanc 1848’deki geçici hükümete üyelik yapmayıp ve sonra Fransız sosyalistlerinin lideri olduğunu iddia etmişti. Montagne, devrimin meclisinde “Mentagnard” (dağlı) adıyla bilinen gruptu. ‘Onbaşı’ Napolyon’a, ‘Londralı polis memuru’ ise III. Napolyon’a atfedilir. “Trier’deki kutsal pelerin’ ile İsa çarmıha giderken üstünde olduğu söylenen pelerin kastedilir. ‘Vendome Sütunu’, Paris’teki aynı isimli meydandaki demirden I. Napolyon heykelidir ki daha sonra Louis Bonaparte bunun yerine kraliyete atıf yapan bir heykel diktirdi ve 1871’de Komüncüler de barbarlık simgesi saydıkları o heykeli yıktı.

Marks son yazısının son bölümünde a) Henüz 2 Aralık darbesi olmamışken darbeyi haber vermekte, b) III. Napolyon’un asılacağını söylemektedir. Zaman onu haklı çıkardı; III. Napoleon Fransız- Alman savaşında (1870-71) tutsak edildi. Meşhur giriş cümlesinde trajedi-güldürü/komedi ikilemine işaret eder.

Marks ikincileri ciddiye almadığını açıkça belirtir. Louis Bonaparte’ı da o yazılarda alaya alır, aşağılar, kabalığını vurgularken bu yeteneksiz, ihtiraslı ve belli şartların öne çıkardığı sığ karakter üzerinden henüz oluşmaya başlayan burjuva siyaseti analize tabi tuttu.

Bir başka harikulade ifade birey, tarih ve şartlar ekseninde çerçevelenen şu pasajıdır: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar. İşte bunun gibi, Luther, havari Paul'ün maskesini takındı, 1789-1814 devrimi ardarda, önce Roma Cumhuriyeti, sonra Roma İmparatorluğu giysisi içinde kurum sattı ve 1848 Devrimi, kimi 1789'un, kimi de 1793'ün ve 1795'in devrimci geleneğinin taklidini yapmaktan öte bir şey yapamadı. İşte böyle, yeni bir dili öğrenmeye başlayan kişi, onu hep kendi anadiline çevirir durur, ama ancak kendi anadilini anımsamadan bu yeni dili kullanmayı başardığı ve hatta kendi dilini tümden unutabildiği zaman o yeni dilin özünü, ruhunu özümleyebilir.”

Bu müthiş bölüm bugün de bize yeni fikirler ilham eden içeriğe ama ondan öte gayet yetkin bir tarih ve siyaset bilimi analizine sahiptir. İlk cümle tarih, mücadele, irade ve koşullara gönderme yapar. İrade ile koşullar birbirini keser. Birincisinin sınırını ikincisinin düzeyi tayin edecektir. Bir başka yerde insanlığın önüne çözebileceği sorunlar koyduğunu söylerken de buna işaret edilir. İnsanın tarihselliğini anlatan bu cümleyi bir başka veciz ifade izler. Bu cümle yaygın olarak bazen bir tür dogmatizm eleştirisine daraltılarak, hatta kültür ve gelenek karşıtlığı biçiminde dolaşımda tutulmuştur. Ancak burada çok daha geniş, neredeyse pek çok toplumsal yeni durumda ortaya çıkan bir ikileme işaret edilir. “Devrimci kriz dönemleri” bütün devrimci durumları kapsar. Burada daha çok 'yeni farklı' olanın toplumsal meşruiyet sağlamak için kabul gören tarihsel durumlara ve kişilere sığınmaları ifade edilir. Derhal indirgeyerek güncele taşımak tartışmayı zayıflatıcı olabilir. Ancak mevcut iktidarı düşündüğümüzde bu mekanizmanın bire bir işlediğini görebiliriz. Ortaya çıktığı koşullarda meşruiyet için toplumun özlemi olan “eşitlik ile siyasal demokrasi”yi kullandı. Bir süre sonra Osmanlı ecdat atıflarına geçti, oradansa saldırgan bir milliyetçiliği kimlik edindi. Fakat bu metinde bunların toplamı kadar önemli olan ayırıcı bir başka vurgu var. Marks 1848 devrimini gerek politik gerek teorik planda ciddiye almamaktadır. Nitekim 1848 devrimleriyle asıl olarak Fransız siyaset sahasındaki değişim bağlamında ilgilenmekte, mesela III. Napolyon'a dair çözümlemelerine benzer bir yoğunlukla proletarya ile ilgilenmemektedir. Girişte de bahsedildi, 'duru gökte bir şimşekti' 1848 devrimleri. Ayrıca ‘48 devrimleri, kendi varoluşunun kısıtlı koşulları tarafından belirlenmiştir. O devrimlerin kapitalizme karşı zafer imkanları bulunmuyordu. Nihayet 2 Aralık darbesi olduğunda “sanki bütün sınıflar aynı derece de iktidarsız ve aynı derecede sessiz, diz çöküyorlar dipçiğin önünde” der.

 

III. Napolyon burjuvaziye de diz çöktürmüştür ama proletarya ne ona direnecek ne burjuvaziyle birlikte Bonaparte’a karşı çıkacak güce- niteliğe sahiptir. Bonaparte’ın bir toplumsal tabanı da vardı. III. Napolyon’u 10 Aralık Derneği'nin lideri sayan Marks bu derneğin Napolyon’a mahsus bir savaş gücü olduğunu söyler. Bu “doğaçlama halk topluluğu” bindirilmiş kıtalar biçimindedir. Resmi- kamusal orduyu 10 Aralık Cemiyeti'ne dönüştürerek vurucu gücü haline getirmiştir. Mobilize ettiği kitle bütün sınıfların cerahatli artıkları, daha özelde lümpen proletaryadır. “Bu cemiyet 1849'da kurulmuştu. Bir tür hayır cemiyeti kurma perdesi ardında Paris’in lümpen proletaryası gizli birimlerde örgütlenmişti, her birim Bonapartistlerin bir ajanınca yönlendiriliyor, başında da Bonapartist bir general bulunuyordu. Burjuvazinin yoldan çıkmış, macera peşindeki atıkları yanında serseriler, ordudan atılmış askerler, salıverilmiş hükümlüler, kaçak kürek mahkumları, dolandırıcılar, şarlatanlar, pezevenkler, karhaneciler, hamallar, yazar- edebiyatçı takımı, laternacılar, paçavracılar, bileyciler, kalaycılar, dilenciler, kısaca Fransızların la boheme dediği ne yapacağı belirsiz, kopuk, oradan oraya savrulan kitle. Bonaparte 10 Aralık Cemiyeti'nin orta direğini, kendisine de akraba olan bu unsurlardan çattı.”

Bonaparte bu kitlenin lideriydi, kültürel ve siyasal bakımdan onlardan biriydi, içlerindendi. Onun en yalın, doğal hali işte bu özdeşlik halidir. Bu 'cemiyet' aslında güncel ve tanıdıktır. Karayüzler, Kahverengi Gömleklikler, sivil Nazi aparatları, komandolar, sokak terörü için beslenenler ve diğerleri; karşı devrim cenahının yedeğinde her zaman bu paramiliter organizasyonlar oluştu, birer reaksiyon örgütü gibi çalıştıkları gibi, zaman zaman karayüzler gibi çatışırlar.

Marks burjuvaziye hiç güvenmez. Bonaparte ile burjuvazi arasındaki gerilime işaret eder, nihayet bir tür Sezarizmdir. Bonapartizm ancak o sınıfın direnişini öngörmez. Onların arasından devşirilenleri şöyle tanımlar: “Burjuvazi, hele devlet adamı yapılıp koltukları kabaran burjuva, pratik adiliğini teorik bir ölçüsüzlükle tamamlar.”

Yukarıdaki pasajın son kısmı devrim ile yeni dil arasında kurulan koşutluktur. Gayet önemlidir. Zira toplum incelemelerine ve tarihe karşı özel ilgisi bulunan, kişisel kapasitesi bunları içeren Marks, buradan bütün geçmişi bilmeyi ancak oradan muhakkak kopmanın gerekliğini öne çıkarır. Bilgi-öğrenim süreci yeni ve geleceğe dönük soyutlamalar içindir. O geçmiş yani ölü kuşakları unutmadan nitelikli yeni fikirlerle eylemleri yaratmak mümkün değildir. İyice öğrenmek ve ardından ‘unutmak’ aslında sanatta da temel ilkedir; kendi yolunu bulmak isteyen, kendinden önceki bütün birikimi iyice öğrenir, ancak hiçbirini taklit etmez, 'unutur', hatta ‘bozar’ ve kendi özgünlüğünü ondan sonra eserlere yansıtabilir. (1)

Her sanat eseri gibi her devrim 'biriciktir', taklit edilemez, çoğaltılamaz. Her yeni sanat eseri gibi her yeni devrim bazı açılardan kendinden öncekileri tekzip edecek, yepyeni bir solukla onları aşacaktır. Bunun yolu o yeni dili, ona öğretilen -verili olan- içine doğduğu önceki dili bütünüyle unutmaktan geçer. Devrim, sosyalizm, komünizm, strateji, taktik program, örgütsel formasyon gibi her başlık bu yalın perspektifle ele alındığında yeni ufuklar belirecek, çok daha kararlı ve özgüvenli adımlar atılacaktır. Marks'ın yüzünün geleceğe dönük olmasında, iyimserliğinde ve geçmişe dönük skolastik tartışmaların uzağında olmasında bu yaklaşımın payı büyüktür.(2)

Proletarya dışındaki bütün sınıflar düne aittir, ölüdür ve kendi ölülerini gömmektedirler. İçinde bulunduğu “19. yüzyılın sosyal devriminin şiiri geçmişten beslenemez. Onun hayat pınarı gelecektedir. Tüm batıl inançları geçmişe süpürmeden kendi başlangıcını yapamaz. Eski devrimler, kendi içeriklerini bulandırmak için tarihsel hatırlatmalara ihtiyacı duyuyorlardı. 19. yüzyılın devrimi ölülerin kendi ölülerini gömmesine izin vermelidir ki kendi öz içeriğine sahip olabilsin. Eskiden söz içeriği aşıyordu, şimdi içerik sözü aşıyor.” (3)

Üstelik yukarıdakileri en çalkantılı günlerde dile getirir Mark. “Toplumun yeni bir içeriği fethetmesi yerine şimdi devlet en eski biçimine, kılıçla cübbenin utanmazca basit iktidarına o geri dönmüş” göründüğü zamanlarda. Onun bakış acısı Gothe’den alıntıladığı şu cümlededir: “Var olan her şey yıkılmayı hak eder.”(4)

Marks Şubat 1848'den 2 Aralık 1851'e kadar olan olayları altıncı makalenin sonunda listeler. Oradaki detaylardan biri Haziran günlerinde proletaryanın “Bütün sınıflarının proletaryaya karşı mücadelesi” sonucu yenildiği ibaresidir. Özgücüyle dövüşebilen ancak onunla zafer kazanamayan proletaryanın “gerçek önderleri” olarak “Blanqui ile yoldaşları”nı işaret eder. Hak bilirdir, ihtirastan uzaktır ve o yenilgiyle birlikte tekrar hapsedilen Blanqui'ye saygısını pek çok durumda ifade ederken onu “devrim kalpazanlarından” özenle ayırır.

Marks 2 Aralık 1851 darbesini en tam biçimde orada şöyle ifade eder: “Kendi sınıfı tarafından, ordu tarafından bütün diğer sınıflar tarafından kendi haline terk edilen parlamento, mağlup olur ve kendi ölümünü ifade eder. Parlamenter rejimin ve burjuva egemenliğinin çöküşü. Bonaparte'ın zaferi. Emperyalist restorasyon dönemi.”

Burada hem “restorasyon” hem “emperyalist” ifadeleri ayrı ayrı önemlidir. ‘Emperyalist’ vurgusu siyasal ifadedir, Marks bunu başka yerlerde ‘Roma emperyalizmi’ olarak ve yayılma-saldırma siyasetine atıfla kullanmıştır, nitekim Bonaparte da bu ifadelerin “hakkını vermeye” çalışmıştır.

Restorasyon, sonraki bütün zamanlarda da gördüğümüz gibi devrimlerin gerçekleşmediği, karşı devrim cenahındaki çatışmaların belli odakları lehine ağırlık kazandığı durumların tipik sonucudur. Tabii bunu devrim-karşıdevrim ilişkisi bağlamında düşünmek gerek. Karşı-devrim cephesinin kendi iç ilişkilerindeki restorasyonu anlamak için kısaca Fransa tarihine bakmak gerek.

Fransız devriminin birkaç safhası vardı. 14 Temmuz 1789’da despotluğun sembolü sayılan Bastille basıldı ve tutsaklar salıverildi. 4 Ağustos’ta feodal ayrıcalıklara son verildi. 27 Ağustos’ta yeni anayasa kabul edildi, ardından kilise mallarına el konuldu. Bu arada 16. Louis ve ailesi tutsak edildi ki ancak 1793’te kaçmaya çalıştığı için idam edilecektir. Osmanlı’da Abdülhamit’i devirenler yanına gidip akıl almaya devam ediyordu bir süre boyunca. Kral, padişah öldürmek Fransa’da, radikal burjuvazi varken dahi, kolay olmuyordu. Bu arada kralın tutsak edilmesi Parisli kadınların Versailles’i basmalarıyla mümkün olmuştu.

Bütün bu dönemde monarşiyi restore etme çabası güçlüydü. Louis’e karşı çıkanların önemli bir bölümü, hala, uzlaşma yolu arıyordu. Monarşistlerin ve aristokratların uzlaşmaz tutumu, burjuvaziyi daha sert davranmaya itti. Yoksa burjuvazi o dönem Sankülotların, Babeuf’ün, Öfkeliler’in isteklerini yerine getiriyor değildi. Bütün Avrupa’da en kuvvetli milliyetçilik olarak öne çıkan Fransız milliyetçiliği bu dönemde inşa edilmişti ve belli şartlarda “geçmişle” uzlaşmasının önü açıktı. Bilindiği gibi her milliyetçilik önünde sonunda “milli” sınıfların iş birliğini olanaklı kılan bir içerik taşımıştır.

Bu arada “dağlılar” grubu kendi içinde bölünmüştü. Jakobenlerin de radikal olanları Robespierre, Saint- Just, Desmoulin gibi isimlerin etrafında toparlandı. Kral idam edilince böyle güçlendi. Jirondenler’i de giyotine yolladılar. Her virajda en sert metotları seçerken yalnızlaştılar. En alt tabakaların mülkiyet konusundaki beklentisi karşılanmamış, yasa karşısındaki biçimsel eşitlikle yetinilmişti. Öfkeliler (enrages) en radikal grup olarak öne çıkmaya başladı.

‘Terör dönemi’ olarak adlandırılan 1793- 94’te burjuva devrimin neredeyse bütün isimleri öldürülünce 1795’te beş kişilik Directoire kuruldu ve ülkeyi bu ekip yönetti. Devrim bitmiş ‘restorasyon’ başlamıştı. Napolyon Bonaparte ise bu ekibin danışmanı oldu. Tanınan bir generaldi.1799’da Mısır’dan dönüp bir darbe ile Directoire’ı yıktı, yerine üç kişilik ‘konsüllük’ kurdu, diğer iki ismi tasfiye edip yalnız kaldı ve 1804’te imparator olduğunu ilan etti.

Bilinen en sert, en kanlı burjuva devrim, 11 yıl sonra yenilmiş, imparatorluk tekrar galip gelmişti. Bir temel farkla. Öncekilerden farklı olarak Bonaparte ‘kapitalist bir imparatorluk’u idare ediyordu. Devrim yenilmiş ama kapitalizm doludizgin ilerliyordu.

Napolyon’un akıbeti 1814’te Waterloo’daki yenilgisiyle belirlendi. Yenilgiyi kabul edip Elba adasına sürgüne gitti. Ancak onun yerine yeni biri bulundu, rejim monarşiye döndü, Bourbon hanedanından biri 18. Louis sıfatıyla taç giydi, 1824’te ölünce daha katı monarşist 10. Charles kral oldu.

İşte 1830’daki ayaklanmalar Charles’i panikletti, o ülkeden kaçtı, yerine Louis- Philippe kral oldu. Onun restorasyon çabasında dengecilik hakimdi ama 1848 devrimi de onu hedef aldı, o da mecburen İngiltere’ye gidince İkinci Cumhuriyet ilan edildi.

İşte III. Napolyon o zaman cumhurbaşkanı seçildi ve Cumhuriyet’in başkanı 2 Aralık darbesiyle kendisini imparator ilan etti. Onun tutsaklığı/tasfiyesiyle bu defa Üçüncü Cumhuriyet başlayacak, Nazi işgaliyle bu da yıkılınca 1945’ten sonra Dördüncü ve De Gaulle’ün darbesiyle Beşinci Cumhuriyet başlayacaktır.

Bütün bu zaman zarfında her hanedan ve her iktidar sahibi kendi çıkarı doğrultusunda rejimi restore etmeye çalıştı. Hatta III. Napolyon bunu Fransız milli marşını yasaklamaya vardırdı. Daha ileri sıçrayamayanın her defasında geriye sıçrayacağı, sonunda bir fasit daireye hapsolacağı gerçeği bütün bu anlatımda öne çıkmaktadır.

Alıntıda Marks parlamentoya özel bir önem atfediyor zannedilebilir. Oysa öyle değildir, zira kendisi o yıllarda ortalığı saran 'parlamenter budalalığı' şaşkınlıkla kaydeder ve uzağında durur, ona itibar kazandıracak ifadeler kullanmaz. Bulduğu her fırsatta silahlanıp “devrim” yapmaya kalkışan A. Blanqui'ye muhabbet duyan ve bu arada o tutumun zafer getirmeyeceğini teorik planda yazan Marks'ın burjuva parlamentoya kıymet vermesi durumun doğasına aykırı olacaktır. Burjuva cumhuriyetinin “bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki sınırsız despotluğu demek olduğunu” açıklıkla kaydeder. Bu 1848'de Paris'te yenilen proletaryanın saflarındaki üç bin ayaklanmacıyı katleden, on beş binini sürgüne yollayan bir burjuva cumhuriyettir ve bu katliamla “Yenilen proletarya, devrim sahnesinin arka planına çekildi... Proletarya toplumun onun üzerine yer alan tabakalarından biri devrimci mayalanmaya girdiğinde onunla bağlantıya geçiyor, böylece farklı partilerin ardı ardına yaşadıkları yenilgilerin hepsinden payını alıyor.” Üstelik yenilgiler artıkça ve kadrolar kırıldıkça “proletaryanın başına” daha güvenilmez şahsiyetler geçmektedir.

Proletaryanın düzen fanatiği oluveren burjuvaziyle son ittifak arayışlarını kapsar söz konusu dönem. Sadece burjuvazi değil diğer bütün sınıflar o günlerde proletaryaya karşı birleşerek “düzen partisi” olmuş ve statükoyu korumayı ilke edinmişlerdi. Bu bir “karşı devrimci Haçlı seferi” idi. İttifak aradığı diğer tabaka ve sınıfların yenilgilerini de paylaşan ve etkilerini hisseden proletaryanın bağımsız, özgücüne güvenen bir siyaset inşasının önemini Marks daha o günlerde vurguladı. Dikkat edilirse Marks pek çok bakımdan özgünlüğü, bağımsızlığı öne çıkarır. Devrim kavrayışı gibi, ittifak anlayışı da buna göre biçimlenir. 20. yüzyıldaki devrim stratejilerinin genellikle ittifak gücü olan “küçük burjuvazi”ye karşı hem Marks'ın hem Engels'in şahsi tecrübeleri de çoğunlukla kötüdür ve pek çok yerde bu “ara sınıf”a karşı teyakkuzda olunması gerektiğini belirtirler.

Küçük burjuvazinin 'küçük mal sahipliği' biçimindeki ekonomik konumunu köylüler üzerinden ele alır Marks. Askeri/orduyu, yeni edindikleri mülkiyetin koruyucusu olarak görmelerini ve köylünün “yeni edindiği milliyeti” yüceltmesinden duydukları övüncü anlatırken “yeni edinilen milliyet”e dikkat çekmesi önemlidir. Zira 'ulus' kategorisinin burjuvazinin çıkarları doğrultusunda özellikle öne çıkarılışında ulus devlet-gümrük duvarları- iç pazara hâkim olma çabası etmenlerinin doğrudan payı bulunan bir yeni durumdu. Küçük burjuvaziye düşen o mekanizmadaki ordu aygıtına hizmet etmekti: “Üniforma köylülerin devlet kıyafeti, savaş onların şiiri, fantezilerinde genişletip tamama erdirdikleri küçük arazileri onların anavatanları, yurtseverlik de mülkiyet duygularının ideal biçimi idi.”

Ancak bu özdeşlik kurma çabası boşunadır. Çünkü gerçek hayatta o köylü vergi tahsildarıyla, icra memuruyla boğaz boğaza gelmek zorundadır. Dün alkışlanan III. Napolyon bugün köylüye karşı sürek avındadır. Köylü ise hem iman ettiği küçük toprak mülkiyetini kaybetmekte hem ona sahip olursa kuracağı bir düzenin hayalini bırakmaya mecbur kalmaktadır.

Marks'taki süreğen, kalıcı ve yaşamına yansıyan iyimserliğe yeniden dönerek tamamlayalım. Bir alt üst oluş döneminde yaşamıştı. Devrimci atılımlara tanıklık etti, ancak kalıcı hiçbir zaferi göremedi. 1848 devrimleri yenilgiyle sonuçlandı.(5)

Hatta 1860'lı yıllara kadar aktif-sokak mücadelelerini haber veren yaygın mücadeleler gelişmedi. O karamsar dönemde Marks çoğu zaman kütüphaneye kapanıp yazılarını yazdı. Enternasyonal deneyimine girişti, ancak o da tayin edici sonuçlar almasına yetmedi. Paris Komünü önemliydi, ancak yenildi ve yenilginin çok ağır sonuçları oldu.

Buradan bakılınca Marks'ın iyimserliğinin tek tek olaylarla çerçevelenmediğini, sürece olayların işleyiş mekanizmasına odaklandığını ve kapitalizmdeki kriz-çöküş emarelerini berrak bir zihinle kavradığını ve asıl olarak bu değerlendirmeye güvendiğini söyleyebiliriz. Var olan her şeyin geçiciliğini bilmenin rahatlığıyla çözümlemiştir sistemi. III. Napolyon'a bakar, türlü analizlere tabi tutarken de bunun farkındadır. Krizi atlattığı söylenen kapitalizmin iç yasalarını değerlendirirken de. Görünümün teorisyeni değildir Marks; akışın yönünü işaret eder, tahkimatı o doğrultuda yapar:

“Mücadelenin tasfiyesi öyle yapılmıştı ki, sanki bütün sınıflar aynı derecede iktidarsız ve aynı derecede sessiz, diz çöküyorlar dipçiğin önünde. Ama devrim esaslıdır. Henüz Araf'tan geçiyor. Usulca görüyor işini. 2 Aralık 1851'e dek hazırlığının yarısını yapmıştı, şimdi kalan yarısını ikmal ediyor. Önce parlamenter gücü olgunlaştırdı ki, onu devirebilsin. Şimdi buna eriştikten sonra yürütme gücünü olgunlaştırıyor, onu en yalın haline indirgiyor, yalıtıyor, tek olay olarak dikiyor karşısına, bütün tahrip kuvvetlerini ona karşı yoğunlaştırabilmek için ön hazırlığının bu ikinci yarısını da tamamına erdirdiğinde Avrupa oturduğu yerden fırlayıp tezahürata başlayacaktır: ‘İyi kazdın, ihtiyar köstebek.'”

Olaylar ve süreçler değişir. Hayat hep akar. Marks'tan miras kalan tutum akışı görmek, ona göre konumlanmak, bu arada asla iyimserlik mevziisini terk etmemektir. Çünkü bugün tam da Marks’ın işaret ettiği yerdeyiz. Kapitalizm tükendi. Onun aşılması ancak ve sadece onun yıkımı demektir. Anti- kapitalist söylemleri kimlik edinen, ona belalar okuyan pek çok akım ve ideolojik görüş onun aşılmasından başka yol olmadığını görüyorsa, varıp varacakları yer kapitalizmin türev biçimlerinden birini üretmek veya nostaljik bir tutumla geçmişi canlandırma, ihya etme boş amacıyla heba olmaktır ki bu pro-kapitalist hevesler de birer çıkışsızlık işaretidir. Anti-kapitalist söylem tam da bu nedenle yetersizdir. Kapitalizmin reddi, kapitalizmin sonrasını işaret etmek ve görmek, bütün hazırlığını buna göre yapmak demektir ki bu da geçmişteki deneyimlerin tamamının eleştirel devrimci ele alınışıyla zenginleştiren bir sosyalizmdir. Ezilenlerin kurtuluşunu sağlayacak payda da budur.

Marks’a “dönmüyoruz”, geleceği inşa etmek için Marks’ı tarihin şimdiki zamanına çağırıyoruz. Çünkü kapitalizm tepeden tırnağa gereksizdir ve dünya devriminin kapıları açılmıştır; oradan gireceğiz ve sınırsız-sömürüsüz yepyeni bir dünyayı kuracağız.

Dipnotlar

1 ‘Aynısını yapmak’ taklit etmektir ve böyle bir çabada herhangi bir orijinallik yoktur. Zamanla, geleceğe yürümek yerine geçmişi ihya etmek gibi çıkmazlara da bu gibi “sadakat” arayışları neden olur.

2 teorik olarak

3 Bu bakış ezilenlerin bütün tarihsel deneyimlerinin bilgisine ve onlarla tarihsel duygudaşlığa sahip komünist devrimcilerince yirmi birinci, yirmi ikinci yüzyıllarda da geliştirildiğinde insanlığa bitimsizce devinen bir teori-pratik refakat edecektir.

4 ‘Var olan her şeyin şiddetli eleştirisi’ böyle inşa edilmiştir.

5 Kapitalizmin dönemsel krizi dindi, o da Londra’ya geçip yayılmaya ve araştırmalarına ağırlık verdi.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi