Çeviri: Hindistan Üzerinden Bugünkü Faşizmi Anlamak

Faşizm, liberal burjuvalardan Marksistlere kadar geniş bir ideolojik yelpaze içerisinde tartışılan ve farklı içeriklerle kavramsallaştırılan bir başlık olma özelliği taşıyor. Bugünkü faşist hareketlerin(...)kendilerini güncel koşullara hızlıca adapte etmelerinin yanı sıra, bir çoğunun, iki dünya savaşı arasındaki dönemdekilerinin aksine burjuva parlamenter demokrasinin çeşitli görünümleriyle birarada varlığını koruyor olması, kavramı bu denli tartışmalı kılıyor diyebiliriz. Oysa fiili bir faşist diktatörlük, devlet iktidarının tüm mekanizmalarını kendisinden başka hiçbir parti veya koalisyonun iktidara gelmemesini sağlayacak ölçüde elinde tuttuğu sürece pek tabi seçimlerle de varlığını koruyabilir.

(...)

Marksizm, faşizmi tüm bu görünümlerinin dışında, onu emperyalizmin ve mali sermayenin dönüşüm süreci içersinde ele alır.

Faşizmin Doğuşu ve Gelişimi

Faşizmin Avrupa’da ortaya çıktığı ilk dönemden itibaren Marksistler, liberal-burjuva ve reformist çevrelerin o zamanlar ‘otoriter kapitalizm’ olarak yorumladığı faşizm gerçeğine, tekelci kapitalizmin kapsamlı analizi temelinde yaklaşmış ve(...) aynı zamanda emperyalizm içi çelişkilerin aşırı derecede yoğunlaşmasının bir ifadesi olarak yorumlamıştı. Zira faşizm, tam olarak bu çelişkilerin keskinleşerek şiddetli bir iç krize yol açtığı durumda tarih sahnesine çıkmıştı.

Almanya ve İtalya, geçmişte (...) emperyalist politikalarını ülke dışına yaymakta çeşitli sınırlamalarla karşılaşmışlardı. Diğer yandan, 1. Dünya Savaşı’ndan sömürgelerini kaybederek zayıflamış bir şekilde çıkan bu iki ülke, özellikle de Sovyetler Birliği öncülüğünde kapitalist emperyalist sisteme ideolojik ve politik anlamda meydan okuyan bir sosyalizm gerçekliği bağlamında, savaş sonrası dönemde militan işçi sınıfı mücadelelerinin başını çektiği toplumsal karmaşalara yol açan eşi benzeri görülmemiş iç ekonomik krizlerden geçiyordu. Ancak her iki ülke de, Lenin’in Rusya’sında olduğu gibi krizi doğrudan bir devrimle aşmayı başarabilecek bir komünist önderlikten yoksundu ve bu durum mevcut durumdan faydalanan tekelci mali sermayenin burjuva siyasi önderlikle iç içe geçerek faşizmi yükseltmesine yol açtı.

Ekonomik krizlerden ve toplumsal patlamalardan doğan toplumsal karmaşa ortamı, faşizmin filizlenmesi için bereketli bir toprak olma özelliği taşır. Faşistler için böylesi durumlar, kendi içerisinde çelişkiler barındıran, zehirli demagojik söylemlerinin siyasetin dışına atılan küçük burjuva kesimleri etkisi altına almaları ve ırksal, dinsel, ulusal veya bölgesel azınlıklar başta olmak üzere marjinalleştirilen tüm kesimleri toplumsal felaketlerin sorumlusu olarak suçlamaları açısından bir fırsata dönüşür. İtalya ve Almanya örneklerinde olduğu gibi, faşizm sıkı bir biçimde kurumsallaştığı zaman ise, artık küçük burjuva sınıfının yanı sıra örgütsüz işçiler, işsizler, lümpenler gibi toplumun diğer kesimlerini de etkisi altına alır. Faşizm için seçimler, toplumun mevcut durumdan hoşnutsuz olan daha geniş kesimlerinin cazibesini kazanarak güçlenmesi için önemli bir basamak teşkil eder. Bu anlamda hem Hitler hem de Mussolini’nin güçlenmesinde, işçiler için daha iyi ücret ve sosyal haklar, küçük üreticinin korunması, üretimde devlet desteğinin arttırılması, zenginlerin daha fazla vergilendirilmesi gibi toplumun büyük bir bölümünün duygularına hitap eden taleplere kendi programlarında yer vermesinin payı belirleyicidir.

Yukarıda bahsedilenlerin yanı sıra, İtalyan ve Alman faşizminde, hedef gösterilen toplumsal kesimlere karşı nefretin yükseltilmesi için sistematik olarak şeytani bir propogandanın uygulandığını görürüz. Örneğin, faşizmin ‘Yeni Almanya’ tanımında Museviler, komünistler ve işçi sendikaları ulusun düşmanları olarak tariflenmişti. Faşizm iktidarı ele geçirdikten sonra ise, bir yandan parlamenter kurumlar ve demokratik değerler yukarıdan aşağıya doğru tasfiye edilirken, diğer yandan tekeller tarafından aktif bir biçimde desteklenen ve fonlanan, devletin baskı aygıtlarıyla kaynaşmış silahlı faşist çeteler ve ‘Fırtına Birlikleri’ (İtalya’da ‘Kara Gömlekliler’, Almanya’da ‘Kahverengi Gömlekliler’) de aşağıdan yukarıya doğru örgütlenmişti.

(..)Lenin, Mussolini faşizminin tehlikesine dair oldukça yerinde görüşler ortaya koydu. Aynı şekilde, Çarlığın polis şeflerinin elinde devrimci harekete karşı paramiliter bir silah olarak kullanılan ‘Kara Yüzler’i faşizmin tipik bir örneği olarak değerlendirmişti. Ne var ki, faşizme dair açık ve net bir görüş, ancak Mussolini ve Hitler iktidara geldikten sonra Komintern tarafından geliştirildi. Dimitrov ve Komintern’in 7. Kongresi’(...) faşizmi şöyle tarifliyordu: “Faşizm finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür. (...) Faşizm finans kapital iktidarının ta kendisidir; işçi sınıfı ile köylülerin ve aydın kitlenin devrimci kesimlerine karşı örgütlenmiş bir yıldırıcı öç alma hareketidir. Dış siyaset açısından faşizm, öteki uluslara karşı kini körükleyen en kaba biçimiyle bağnaz bir milliyetçiliktir.”

Faşizmin ekonomik temelleri ile siyasi üst yapısının uluslararası mali sermayenin çıkarlarıyla derin bir kaynaşma içerisinde olduğunu açığa çıkaran bu görüş, kuşkusuz faşizme dair yapılan en kapsamlı tanım oldu. Faşizmin iktidarı ele geçirdiği ülkelerde komünistler ve işçi sendikaları fiziken yok edilirken, burjuva muhalefet de bütünüyle darmadağın olmuştu. (...)Komintern, aynı zamanda faşizmi alt edecek mücadeleyi örgütlemek için diğer burjuva rejimleri de kapsayan geniş bir ittifak sağlama adına anti-faşist cephe inşasına koyulmuştu.

Savaş Sonrası Durum

Faşist Almanya ve İtalya’nın 2. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğratılması ve izleyen süreçte yükselen ulusal özgürlük mücadeleleri ile birlikte sosyalizmin gelişimi, komünist hareketin büyük prestij kazanarak dünya halkları için bir ilham kaynağı olmasını sağladı. Sömürgeci sisteminin sürekliliğini tehdit eden bu durum, savaş sonrası dönemin küresel hakemi ABD liderliği altındaki dünya emperyalizmini, mali sermayenin küresel düzeyde genişlemesinin devamlılığı açısından gerekli hale gelen değişiklikler yapmaya zorladı. Böylece, (...) yeni-sömürgecilik süreci ve bununla birlikte Keynesyen devlet müdahalesine dayanan ‘refah devleti’ devreye konulmuş oldu. Ne var ki enternasyonal komünist hareket, yeni bir dönemin inşası anlamına gelen sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe geçiş sürecinin içeriğini ve de dünya halkları açısından taşıdığı siyasal ağırlığı, ideolojik ve politik olarak doğru okumakta yetersiz kaldı. Hatta Sovyetler Birliği’ni ele geçiren Kruşçevci önderlik, yeni sömürgeciliği emperyalizmde ve mali sermayenin hegemonyasında ortaya çıkan zayıflamanın bir ifadesi olarak yorumladı. Bu süreçte ise ABD, savaş sonrası dönemin emperyalist lideri olarak, talan, yağma, sömürü, vahşet ve hatta savunmasız halklara karşı soykırım uygulamalarıyla dünya üzerindeki egemenliğini pekiştirdi.

Yeni sömürgecilik, elbette ki eski sömürgeciliğe nazaran daha az askeri müdahale ve savaş anlamına gelmiyordu. Zira (...) ABD, arka bahçesi Latin Amerika’dan Asya’ya uzanan bir kapsamda yer alan bir çok ülkede askeri darbeler eliyle faşist rejimleri bizzat kendi inşa etti. Yine Soğuk Savaş döneminin saldırıları kapsamında, dünyanın bir çok bölgesindeki sözde bağımsız burjuva devletlerde sayısız anti-komünist, faşist, karşı devrimci örgütler yaratıldı (...) ve devrimci hareketlere karşı ABD emperyalizminin elinde etkin bir silah olarak kullanıldılar. Bu(...) McChartycilik, bağımlı yeni sömürge ülkelerde ABD’nin karşı devrimci hamlelerini gerçekleştiren faşist kadroların eğitilmesi için ideolojik bir kaynak işlevi gördü.

1970’lere gelindiğinde, emperyalizmin savaş sonrası dönemdeki büyük yükselişi kendi sınırlarına dayandı ve kapitalist emperyalist sisteme içkin çözülmez çelişkilerin etkisiyle, 1920 ve 1930’lu yıllarda faşizmin yükselmesine neden olan emperyalist krize kıyasla daha karmaşık ve uzun süreceği muhtemel inatçı bir stagflasyon süreci başladı. Böylece emperyalizm, ‘refah devleti’ni tümüyle ortadan kaldırarak neoliberalizmle birlikte sermaye birikimi sürecinde değişikliğe gitti. Esasında bu, bilgi ve haberleşme teknolojilerinde meydana gelen gelişmelerin sağladığı bir olanak olarak, üretim alanındaki durgunluktan kaynaklanan kar oranlarının azalması eğilimini, finans balonunun şişirilmesiyle yaratılan yeni talan mekanizmaları yoluyla tersine çevirme hamlesiydi.

(...) Bundan kaynaklanan siyasi gericilik çok daha korkunç olacaktı. ABD emperyalizmi, Sovyet blokunun tümüyle çöküşünün ve post-Soğuk Savaş neoliberal durumun ortaya çıkışının arifesinde oldukça kurnaz bir biçimde “İslami terör”ü “yeni düşman” olarak hedefe koyarak ordulaşma stratejisinde oldukça kritik bir denge değişimine gitti ve böylece faşizmin bu sefer daha yoğun bir güçle kendini toparlaması için daha elverişli koşulları yaratmış oldu. Ancak, aşırı sağcı sosyal ekonomik politikalarıyla faşist partilerin sandık yoluyla ve hatta, parlamenter burjuva demokrasi aygıtlarının tipik özelliklerini koruyarak iktidara gelmesi için gerekli olan zemin, açıktan askeri darbelerden ziyade, neoliberal merkezler ve derin gerici güçler tarafından çoktan hazırlanmıştı. Dolayısıyla bugünkü faşizmin veya neo-faşizmin 1930’ların klasik faşizminin basmakalıp versiyonları olması bu anlamda mümkün değildir, ayrıca faşist olarak nitelendirilmeleri için böylesi bir gereklilik yoktur.

Neoliberalizm Koşullarında Faşizm

Marksist-Leninist perspektiften bakıldığında, neoliberal dalga altındaki -güncel-faşizm, sermayenin küreselleşmesi veya uluslararasılaşması diye adlandırılan, yani, mali sermayenin günümüzdeki sınırsız ve kontrol edilemez hareket tarzından bağımsız bir şekilde analiz edilemez. (...) Emperyalizm, refah devletini parçalamaya ve mali sermaye zulmünü büyük bir özelleştirme dalgasıyla birlikte işçi ve ezilenlerin üzerine doğru sınırsız bir biçimde serbest bırakmaya başladığı zaman Sol, neoliberalizme dair açık ve tutarlı bir anlayış geliştiremediği için, bu emperyalist saldırganlık karşısında etkin bir direniş örgütlemekte başarısız olmuştur.

(...) Sermaye karşısında işçi sınıfı direnişini ve ezilenlerin birleşik mücadelesini yadsıyan post-modernizm ve post-Marksizm gibi neoliberal ideolojilerin 80’li yıllarla birlikte ortaya çıkışı, bir çok neo-faşist eğilimin ortaya çıkmasına zemin hazırlayan etkin bir apolitikleşme görevi gördü. Postmodernizm, ‘kapitalizmin şeytanlıklarıyla’ mücadele etme kılıfı altında bir çok premodern, gerici kimlikleri ve ‘alt kültür’ü romantize ederek kutsadı. Bu durum, çeşitli kökten dinci, ‘uyanışçı’, şovenist, yabancı düşmanı ve otarşik gerici ideolojilerin tarih sahnesine taşınmasını sağlayarak, dünya halklarının dikkatini mali sermayenin küresel hamlelerinden uzak tutmasına sebep oldu.

İşte tüm bu apolitikleşme ortamı, neo-faşist hareketlerin hızla ortaya çıkması için bereketli bir toprak işlevi gördü. Zira neo-faşistler, sosyal ve ekonomik güvensizliğin baskın olduğu kitle psikolojisinden ve aynı zamanda, neoliberal politikalara karşı herhangi bir alternatif sunmayan sosyal demokratlar da dahil olmak üzere geleneksel ana akım partilere dönük umut ve inanç yitiminden istifade etmeyi oldukça hızlı bir biçimde başarırlar. Popülist, romantik, idealist ve ahlaki argümanlarında ton farkı olsa da, dünyanın her bölgesinde aşağı yukarı aynı siyasi kampanyalarla kitlelere seslenen neo-faşistler, ‘medeniyetler çatışması’ gibi yerel, ulusal, tarihsel ve kültürel farklılıklara dayanarak oluşturulan savlar üzerinden ‘öteki’ olana karşı nefret duygusundan beslenirler.

Faşistler, her ülkenin kendi öznelliği kapsamında, etnik, inançsal azınlıklar, göçmenler, dalitler, aşiretler ve diğer ezilen ve marjinalleştirilen kesimlerden oluşan toplumun ‘heterojen’ kısmına karşı baskın kültürü temsil eden ‘homojen’ kesimle kurduğu ittifakla dışlayıcı bir çizgi izler. Ve tabi ki, sözde zengin ve elit zümrenin egemenliğini hedef alan retoriklerle süslenmiş, kurumsallaşma ve küreselleşme karşıtı (çoğunlukla sağ populist) bir siyasi duruş, tüm aşırı sağcı neo-faşist güç ve partilerde belirgin bir biçimde göze çarpan özellik olarak karşımıza çıkar. Bugün Avrupa’lı neo-faşistlerin bayraktarlığını yaptığı ‘yeni tarih yazımı’ gibi eğilimler de baskın bir özellik olarak özgünlüğünü korur. Hitler-Chamberlain-Hoover koalisyonunun Stalin’i mağlup etmesi gerektiği yerde Stalin, Churchill ve Roosevelt anti-faşist ittifakının kurulmasının yanlış olduğunu öne süren McCarthy tarzı argümanlar, bu yeni tarih yazımı eğilimine örnektir. Zira bu argümana göre eğer ilki gerçekleşmiş olsaydı, Avrupa ‘refah devleti’ gibi bir yükün altına girmeyecek, böylece 1970’lerdeki stagflasyon yaşanmamış olacaktı. Ancak (...) neo-faşist hareketler bir kez iktidara geldi mi, öncesinde hangi popülist söylemi sarfetmiş olursa olsun, kendilerini iktidara taşıyan kitlelere ihanet etmekten en ufak derecede bir vicdan azabı duymaksızın uluslararası mali sermayenin ve egemen sınıfların çıkarları yönünde cansiperane bir biçimde hizmet etmekten geri durmazlar.

Hindistan’ın Faşist Dönüşümü

Bugün Hindistan’ı yöneten Hindistan Halk Partisi (BJP), Ulusal Gönüllü Organizasyonu’nun (RSS) politika düzlemindeki aracıdır. Hindutva (şovenist ç.n)

ideolojisini benimseyen RSS, faşizmin Avrupa’da belirmeye başladığı 1920’lerde kurulmuş ve başından itibaren Hitler ve Mussolini’ye aşırı derecede hayranlık beslemiştir. Örneğin, RSS’nin kurucusu Hedgewar’ın ideolojik ve siyasal ‘guru’su olan Moonje, 1931’de faşist diktatör Mussolini’yi ziyareti sırasında İtalya’da ‘Kara Gömlekliler’ gibi lümpen paramiliter kuvvetlerin eğitildiği Beden Eğitimi Yüksekokulları’ndan esinlenerek, 1937’de Nasik’teki Bhonsala Askeri Okulu’nu kurmuş ve böylece RSS kadroları ve Hindutva çetelerinin paramiliter eğitimi kurumsal bir nitelik kazanmıştı. Aslında, Bhonsala askeri okulu ile Hindutva çetelerinin terörist eylemleri arasındaki ilişki, Hermant Karkare’nin başında olduğu Maharashtra Anti-Terör Polis Gücü’nde vücut buluyordu. Ancak şimdi, özellikle de Modi’nin ikinci kez iktidara gelmesinden sonra, Hindistan devletinin askeri aygıtının tamamiyle ‘safranlaştırılma’sı bağlamında RSS’nin küçük yaştaki çocukları orduya subay olarak yetiştirmek üzere Hindistan Harp Okulları modelini benimseyen askeri okulların kurulması yönündeki girişimi, RSS’nin Hindistan’daki tüm dizginleri doğrudan eline alması yönünde niteliksel olarak yeni bir düzeye geldiğinin göstergesi olmaktadır.

Ağırlıklı olarak kahverengi tenlilerin baskın olduğu Hindistan gibi bir ülkede beyaz ırk üstünlüğü düşüncesiyle birlikte Müslümanlara yönelik soykırımcı nefreti benimseyen bir faşist örgüt olan RSS, başından beri İngiliz emperyalizminin hizmetinde olarak bağımsızlık mücadelesinden uzak durdu ve böylece uzun yıllar Hindistan’ın ana akım siyaset sahnesinin dışında kaldı. Brahmancı Hindu üstünlüğü yanlısı bir örgüt olan RSS, Hindistan Anayasasına şiddetle karşı çıkmış ve yerine sözde tüm kastlara eşitlik sağlaması gereken bir Cumhuriyetçi Anayasa için ‘manu smriti’yi (Kast sisteminin kutsal kitabını) önermişti. Terörizm gerekçesiyle üç kez yasaklanmış olmasına rağmen RSS, İndira Gandhi’nin olağanüstü hal döneminde gerçekleştirdiği ‘takdire şayan eylemleri’ sayesinde ana akım siyasete adımını atmayı başardı. O dönemden itibaren de yüzlerce gizli ve açık terörist gruptan oluşan, ultra sağcı bir ekonomi anlayışı ve felsefesinin yanı sıra emperyalist kampın lideri ABD emperyalizmine duyduğu sarsılmaz sadakati ile dünya çapında genişleyen ve kök salan ‘Sangh Parivar’a (Hindu milliyetçisi örgütlerin toplamı için kullanılan çatı terim ç.n ) liderlik eden bir örgüt olarak RSS, uçsuz bucaksız şirket fonlarıyla desteklenen denizaşırı uzantıları ve kurumlarıyla dünyanın en büyük faşist örgütü haline geldi.

Öncesinde nispeten örtük faaliyet yürüten RSS’nin 1970’lerin ortalarından itibaren siyaset sahnesinin spotlarını üzerinde toplaması, emperyalizmin savaş sonrası dönemde karşılaştığı ilk büyük krizin bir ifadesi olan neoliberal dönüşüm süreciyle oldukça yakından ilintilidir. Hindistan 1970’lerle birlikte, bir yandan emperyalist sermayeye, yeni sömürgeci talana daha fazla entegre olurken diğer yandan mevcut çelişkileri daha fazla ağırlaştıran benzeri görülmemiş bir siyasi-ekonomik istikrarsızlığın pençesindeydi. İşbirlikçi Hindistan devleti, bu krizi Indira Gandhi’nin 1975’te OHAL ilan etmesiyle karşıladı. ABD destekli RSS açısından ise OHAL karşıtı kampanya, bu süreçte Sovyetler Birliği ile ittifak halinde olan Indira Gandhi’ye karşı oldukça elverişli bir politika olarak öne çıktı. OHAL’in kaldırılması ve Indira Gandhi’nin 1980’de tekrar iktidara gelmesini ise oldukça sıkı koşullarla sabitlenen IMF kredileriyle birlikte Hindistan’ın ABD diktasına rezil bir biçimde teslim olması izledi. İşte bu şiddetli kriz ortamı, aşırı sağcı fanatik RSS’nin, Hindistan iktidarını ele geçirmek için bir siyasi parti olarak BJP’yi oluşturma stratejisini şekillendirmesine yol açtı. Ardından gelen süreçte topladığı ılımlı-Hindutva Kongresi’nin yatıştırıcı etkisinden oldukça etkin bir biçimde faydalanan RSS, böylece çok kısa bir zaman içerisinde BJP’yi Hindistan’ın en büyük yönetici sınıf partisi haline getirdi.

Böylece, Indira Gandhi’nin 1984’te öldürülmesinin ardından Ram Janmabhoomi hareketinin yükselişi, Babri Mescidi’nin 1992 yılında (ayaklanan Hindular tarafından ç.n) yıkılması, 1990’ların sonlarında Vajpayee liderliğindeki hükümetin kurulması, 2002’deki Gujarat soykırımı, Modi rejiminin önce 2014’te, sonrasında ise 2019’da ikinci kez iktidara gelmesi gibi dönüm noktalarının damgasını vurduğu uzun bir süreç içersinde Hindistan’ın faşistleşmesi niteliksel olarak yeni bir aşamaya ulaştı. Şimdi ise, halihazırda yürürlülükte olan faşist dönüşümün tamamlanması için gerekli olan, tüm anayasal, idari ve kurumsal yapıların safranlaşması sürecinin ikinci Modi iktidarıyla devam etmesiyle birlikte RSS, nihai amacı olan Hindu Krallığı’nı kurma yolunda ilerliyor. Bu anlamda Modi’nin tekelci-safran iktidarı, Keşmir’in zor yoluyla Hindistan Birliği’ne dahil edilmesi, herkesi bağlayan tek bir sivil yasa güzellemesi altında Hindu yasalarının sert bir biçimde dayatılması veya Babri Mescidi’nin yerine Ram Tapınağı’nın inşa edilmesi gibi örneklerde kendisini gösterdiği üzere Hindu çoğunlukçu bir krallık için gereken tüm nitelikleri kazanmaya sıkı sıkıya bağlı, tipik bir faşist devlet olduğunu gösteriyor. Müslüman karşıtlığı, ezilen kastları Hindutva ideolojisine tabi kılan pan-Hindiuist homojenleştirme, bilimsel-rasyonel düşünce gibi modernitenin tüm değerlerini reddetme, muhafazakar ve gerici bir gelenekçilik kültünün geliştirilmesi, farklı düşünmenin veya muhalefet etmenin vatan hainliği olarak kodlanması, kahramanlığın kutsanması, komünizm karşıtlığı ve ödün vermez bir biçimde mali sermayeye entegrasyon gibi tekelci ‘safran’ faşizminin diğer özgünlükleri de bu çerçevede anlam kazanıyor.

Marksistlere göre gelişen ve başka bir biçim kazanan her toplumsal olgu, kaçınılmaz olarak bulunduğu bağlamın özgün koşullarına adapte olur. Faşizmin mali sermayenin hegemonyasıyla ayrılmaz bir bütünleşiklik içerisinde olması, elbette ki onun evrensel karakterini oluşturmaktadır. Ancak, faşizme her durumda geçerliliğini koruyan evrensel bir model veya biçim atfetmek yanlıştır ve böylesi bir yaklaşım aynı zamanda anti-faşist mücadelenin inşasını sekteye uğratan bir rol oynar. Komintern’in 7. Kongresi’ndeki kapanış konuşmasında faşizmin mali sermaye için sıkı bir dayanak noktası olduğunu belirten Dimitrov, aynı zamanda faşizmin sömürge ve yeni sömürge ülkelerdeki farklı gelişim seyri izlediğinin de altını çizmişti. Bu ülkeler için “Almanya, İtalya ve diğer kapitalist ülkelerde görmeye alıştığımız biçimde tek bir faşizm türünden bahsedilemeyeceği”ni belirten Dimitrov, faşizmin farklı biçimler alabileceği bu ülkelerin özgün ekonomik, siyasal ve tarihsel koşullarının analiz edilmesi gerektiğini ileri sürmüştü. Bu anlamda, bugünün komünistlerinin Hindistan’daki faşizmi alt edecek yöntemleri formüle etmesinin koşulu, ancak ve ancak Hindutva faşizminin mali sermayeyle bütünleşmesine uygun bir zemin sunan ülkeye özgün koşulların kavranmasıyla mümkün olacaktır.

RSS ideolojisinde vücut bulan Hindistan faşizminin özgün özelliği, teokratik Hindu devleti veya Hindu Krallığı kurma hedefindeki Hindutva veya diğer bir deyişle saldırgan ‘Hindu milliyetçiliği’dir. Ancak açık bir şekilde görüleceği üzere, bu milliyetçilik, ulusal burjuva çıkarları koruma uğruna yıkıcı savaşlar yürüten klasik faşizme göre farklılıklar içerir. Uzun yıllar sömürgecilik ve yeni sömürgecilik baskısı altında ezilen Afrika, Asya, Latin Amerika ülkelerindeki milliyetçilik (veya yurtseverlik), anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı mücadeleye içkin bir olguydu ve bu nedenle anti-emperyalizm, milliyetçiliğin kaçınılmaz bir bileşeni olma özelliğindeydi. Ancak bu bağlamda RSS, ne sömürgecilik döneminde ne de savaş sonrası yeni sömürgecilik döneminde bağımsız bir ulusal kapitalist gelişim doğrultusunda herhangi bir girişim içersinde olmadı. Aksine, tüm siyasal tarihi boyunca bu anlamdaki bir milliyetçiliğe veya yurtseverliğe ihanet etti. Bugün bile, neoliberal tekelleşme doğrultusundaki aşırı sağcı ekonomik yönelimi, onun yeni sömürgeci küresel düzenin lideri ABD emperyalizmine bütünüyle biat ettiği gerçeğini kanıtlar niteliktedir. Savunduğu ‘kültürel milliyetçilik’, uluslararası mali sermayeye uşaklık ettiği gerçeğini kamufle etmekten başka bir amaç içermez. (...)

Brahmancı Hindutva üstünlüğüne dayanan bir ideolojik yönelim, Hindistan faşizmini diğerlerinden çok daha fazla tehlikeli kılan bir öznellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ideoloji, Hindistan halkının çoğunluğunu oluşturan ezilen kastları hiçbir demokratik ve medeni hakka layık olmayan alt-insan kategorisinde görmektedir. Bunun sonucu olarak Modi iktidarı altında Dalitlere ve diğer ezilen kastalara yönelik kitlesel linç, tecavüz ve töre cinayeti gibi en vahşi gaddarlık biçimleri kurumsal bir şekilde uygulanmaktadır. Diğer yandan RSS, kimlik politikalarını en kurnaz ve oportunist şekilde kullanan bir yapı olarak diğerlerinden belirgin bir biçimde öne çıkar. Zira bir yandan ezilen kastların zor yoluyla Hindutva cemaatine dahil edilme sürecini işletirken diğer yandan kastlara dayalı seçmen bölgeleri yaratarak böl-yönet politikası izleyen RSS, böylece bir çok kast tabanlı partinin parçalanarak safran çoğunlukçuluğu altında erimesine yol açmaktadır. Bu anlamda, kurumsal sermayeye karşı kesintisiz mücadele yürütmenin yanı sıra, Brahmancı kast sistemine karşı uygun ideolojik ve pratik müdahalelerde bulunan direniş biçimlerinin sergilenmesi, Hindistan özelinde farklı ekonomik, sosyal ve kültürel boyutlara sahip olan anti-faşist hareket için temel bir görev olarak varlığını korumaktadır.

1930’larda, İtalya ve Almanya emperyalist rejimler olarak faşizmi benimserken, Sovyetler Birliği ve Komintern ise anti-faşist mücadelenin ideolojik ve siyasi önderliğini yürütmekteydi. Bugün ise sadece Avrupa’da on kadar neo-faşist parti iktidarı elinde tutuyor ve mali oligarşi tarafından desteklenen bu partiler aynı zamanda işçilere ve göçmenlere karşı Pan-Avrupacı bir faşist ittifakı temsil ediyorlar. Ayrıca, Avrupa’da(...)bugün uluslararasılaşmış bir mali sermaye gerçeği var. Bu anlamda, mali sermayenin uluslararasılaşmasına bağlı olarak oldukça karmaşık boyutlar içeren sermaye birikimi ve beraberinde gelen çürüme ve gericilik, 21. yüzyıl faşizminin kaçınılmaz olarak çok daha fazla baskıcı ve militarist olmasına yol açıyor. Bugünün komünist hareketi ise, ideolojik politik zayıflığından ötürü, bu faşist tehlikeyi doğru bir biçimde tahlil etme ve ona karşı mücadele etme görevini layıkıyla yerine getirmekte yetersiz kalıyor. Komünistlerin anti-faşist cephe veya platformlara yönelik yaklaşımlarında açıklığa kavuşmaları bu hususta önemli bir yer teşkil ediyor.

Dimitrov’un Komintern’in 7. Kongresi’nde faşizme dair vurgulamış olduğu gözlemleri bugün için bile geçerliliğini korumaktadır. Örneğin Dimitrov, emperyalist burjuvazinin faşizm yoluyla tecelli etmesini, kapitalist yağmayı daha yoğunluklu bir biçimde gerçekleştirmek için sınıf egemenliğinin devlet biçiminde değişikliğe gidilmesi kapsamında ele almıştı. Güncelliğini koruyan bir diğer saptaması ise, sosyal demokratların sınıf işbirlikçisi tutumu üzerineydi. 1930’lardaki anti-faşist cephe içerisinde burjuva rejimlerle yapılan ittifakta çıkan zayıflıktan doğru Stalin de Dimitrov’un bu görüşünü desteklemişti.(...)

Bugün neoliberal çerçevede yürürlükte olan faşist saldırganlık, hem emperyalist hem de işbirlikçi burjuvazinin yanı sıra neoliberal politikaları savunan sosyal demokratlar tarafından da temsil edilen mali sermayenin üstyapıda yarattığı ideolojik ve kültürel yozlaşmayı da beraberinde getiriyor. Bu bağlamda komünistlerin antifaşist cephe içerisinde yer alacak dost ve hısımlar arasında ayrım yapma konusunda daha dikkatli olması ve sosyal demokratların ileri bölüklerini neoliberal faşizme karşı mücadele saflarına kazandırması gerekiyor. Hindistan özelinde, sosyal demokrat önderler de dahil olmak üzere egemen sınıf partileri çoktan bugünkü faşizmin temelini oluşturan neoliberal özelleştirmeden yana saf tutmuş durumdalar. Bu koşullar altında anti-faşist bir karşı saldırının örgütlenmesi için geçmiş deneylerden çıkarılan derslerin ışığında bugünkü durumun somut tahlili elzemliliğini koruyor.

Partimiz CPI(ML) Red Star Merkez Komitesi, partimizinin 11. Kongre’sinde kabul edilen siyasi değerlendirmenin doğrultusunda ve ayrıca Modi’nin ikinci kez seçilmesinden doğan niteliksel değişikliklerin değerlendirilmesi ışığında, mücadeleci sol güçlerin devrimci birliğinin kurumsal-safran faşizmine karşı savaşımda merkezi bir rol oynadığını vurgulamaktadır. Kitle hareketi ile birlikte faşizmin tüm görünümlerine karşı etkin bir direniş içerisinde olacak sınıf savaşının örgütlenmesi böylesi bir devrimci birliğin temelini oluşturmaktadır. Bu sürecin başlaması adına partimiz, hem parlamenter hem de parlamento dışı anti-faşist mücadeleyi ulusal ve enternasyonalist düzeyde yürütecek asgari ortak bir programa dayanan kitlesel platformların geliştirilmesi imkanlarını tartışmak üzere mücadeleci sol güçlere açık bir çağrıda bulunmuştur. Bir tarafta tüm demokrat ve ilerici güçleri birleştirmeye, diğer yandan ise kurumsal safran faşizmiyle ittifak halinde olan tüm gerici güçleri izole etmeye hizmet edecek böylesi bir girişimin, halklarımız için demokrasiyi kazanma yönündeki çabalarımızın izinden gideceğine inanıyoruz.

*Hindistan Komünist Partisi Marksist-Leninist’in (CPI /ML) aylık teorik yayını Red Star’ın Eylül 2019 tarihli sayısında P.J. James imzası ile yayınlanan bu yazı Marksist Teori tarafından çevirilmiş ve kısaltılarak yayınlanmıştır.

Kaynakça

1. Georgi Dimitrov, Seçme Eserler (www.marxist.org)

2. Lenin, Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı

3. James Gregor, Faşizmin Yorumları, Transactions Publishers, New Jersey, 1997

4. John Bellamy Foster, Yüzyılın Dönümünde Tekelci Sermaye, (www.monthlyreview.org)

5. Thomas Klikauer & Kathleen Webb Tunney, Safran İktidarının Yükselişi: Hindistan Siyaseti’ne Yansımaları, Counter Currents, May 4, 2019

6. Red Dawn, MLKP Enternasyonal Teorik Yayını, Sayı 18

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi