Yeni Kadınlar

I.BÖLÜM:

Tarihten Güncele

Literatürümüzde uzunca bir süredir yer alan ve pek çok yazıda açıklanan “yeni kadın”a kavram olarak ilk kez A. Kollontay‘ın “İşçi Sınıfı ve Yeni Ahlak” yapıtında rastlıyoruz. Dolayısıyla, konu üzerinde duracağımız bu yazının bu bölümünde bir kavramdan öte, bir olgu olarak yeni kadınlardan söz edeceğiz ve kaynak olarak da Kollontay‘a başvuracağız.

En genel tanımı çıkarabileceğimiz bir pasajı alalım önce; “Abartılmış duygulanma yerine disiplin, boyun eğme ve kişiliksizlik yerine özgürlük ve bağımsızlığa değer verme, sevdiği erkeğin görüntüsüne girmek ve onu yansıtmak için saf çabalar yerine kendi kişiliğini kanıtlama, ikiyüzlü ‘namus’ yerine yeryüzü sevinçlerindeki haklarını isteme, sonunda, aşk hikayelerinin yaşam içinde sınırlı bir yere koyma, yeni kadının uğraşları bunlardır. Önünüzde duran, erkeğin gölgesi durumundaki kadın değil, kendinde bir kişilik olan yeni kadın.”*

Kollontay yukarıdaki tanımı, kapitalist düzenin bağrında kadın cinsin yaşadığı evrimi inceleyerek elde ediyor. İnceleme o günün edebiyat ürünlerindeki kadın kahramanlarla başlıyor. Daha sonra da yaşayan tiplerin incelenmesiyle sürüyor. Burada da değişik toplumsal kesimlerden kadınlar; yazar, şair, işsiz-serseri, hayat kadınları ve pek çok da işçi kadınlar incelemenin konusudur.

İncelemeye konu olan örneklerde eskiye ait önceki toplum biçimlerinde yaşamış, eve ve ev ekonomisinin dar çemberine sıkışmış kadınlarla bu yeni kadın tipleri arasında esaslı farklılaşmanın olduğu ortaya çıkıyor. Farklılaşmanın alanları ve biçimleri eski kadın tiplerine yeni tiplerin karşılaştırılmasını ortaya çıkarıyor. Önce bu farklılıkları ele alalım;

Eski kadınlar duygusal, yenileri ise duygularını yenmeyi biliyorlar. Eski kadınlar eve, kocaya ve çocuklara bağımlı, toplum içinde özellikle kocanın bir yansısı. Yenileri, tam tersine, kendi ayakları üzerinde duran, bağımsız kişilik sahibiler. Eskiler, koca ve toplum baskısına boyun eğen, toplumun kendisine verdiği rolü harfiyen yerine getiren, toplumsal ikiyüzlülüğün “namus” simgesi olmayı “kutsal” bir görev sayan kadınlar. Yeniler toplum ve koca baskısına başkaldıran, iki yüzlü namus bekçiliğini, geleneksel değer yargılarına ve “kaderi”ne boyun eğmeyi reddeden kadın tipleri (age.) Eskiler için kocayı “sevmek” bir görev olduğu gibi yalnızca toplumun ya da yasaların onayladığı evlilik geçerlidir. Yeniler içinse yalnızca sevilen erkek koca ya da nişanlıdır. Ve bu durumda, sevilen erkekle evliliğin toplumca onaylanması ya da yasalarca kabul edilmesi çok da önemli değildir. Eski tip için, koca sevgisi marazi bir sevgidir, bağımlılıktır. Yeni tip içinse sevgi; yaşayan, canlı, başta ve sonu olabilecek bir duygulanımdır. Eski tip ile yeni tip kadının mekanları da farklıdır. Eski tip kadın, bireysel yaşar, yani kendi evinde kocası ve çocukları veya büyük ailesiyle birliktedir. Genelde dört duvar arasındadır veya çok dar bir çevre içindedir. Bu onu köreltmiş, “küçültmüş”, edilgenleştirmiştir. Düşünüş tarzı da buna göre bireyseldir. Oysa ki yeni kadınlar, toplumsal yaşamın ve toplumsal üretimin içindedirler. Bu ortam onları üretken, aktif, yararlı kılmıştır. Onlar artık bireysel, aile çemberi ya da en yakın çeperi içinde yaşamadıklarından, düşünüş ve yaşam tarzlarında bireysellik yerine kolektifliğe, akrabalık ve eş ile ilişki tarzı yerine, arkadaşlığa, geniş açılı dostluğa bırakmıştır. Eskiler için özel yaşam herşeyken, yeniler için özel yaşam, toplumsal yaşamın bir parçasıdır yalnızca.

Eskiler için aşk, sevgi, bütün yaşamlarıdır. Eş ya da sevgiliyi yitirmiş olmak, ihanete uğramış olmak acıların en büyüğü, belki de en büyük bir yıkımdır. Yeni kadınlar için aşk ve sevgi, içinde bulunduğu toplumsal etkinliklerin bir parçasıdır. Dolayısıyla, eşin kaybedilmesi, bir aşkın bitmesi ya da ihanete uğramak, “savaşarak yenebileceği” zorluklar ve gerçeklerdir.

Eski tip kadın, bağımsız kişilik geliştirme olanağına sahip olmadığı gibi, onun yaşam koşullarında bağımsız bir kişiliğe de ihtiyaç yoktur. Örneğin ülkemizde şairin dediği gibi, onun sofradaki yeri, öküzümüzden sonra gelir. Onun için büyükleri (erkek olanlar) ne derse, o doğrudur. Kendine ait fikirleri olamaz, bir saygınlık beklentisi de yoktur. Ama yeni kadın da bağımsız kişiliğine ve kendi fikirlerine güven olduğu gibi buna karşı saygı beklentisi de vardır. Kendi benliğine, bağımsızlığına ya da fikirlerine karşı saygısızlık yeni kadın için kabul edilemezdir. Bu çizgiyi, özel yaşam alanında, duygular alanında, aşk ilişkilerinde de gerçekleştirebiliyorsa artık eski kadınla arasına büyük bir mesafe koymuş demektir.

Eski kadın için, biçim (düzene uygunluk), alışılmışa uygunluk önemlidir. Yeni kadın ise, artık biçimle, alışılmışla pek ilgili değildir. O artık öze, geleceği kuracak olan unsurlara, niteliklere, ortaklığa dikkat eder ve önem verir. Bütün bu değişikliğe tekabül edecek yeni bir psikolojinin varlığını da yeni kadın hanesine kaydedelim.

Artık bütün bu değişiklikleri neyin sağladığı bir başka ifade ile değişimin temel devindirici güçleri nedir, sorusu gündeme girdiğine göre, şimdi de bunu yanıtlamanız gerekiyor.

Aslında konuya girerken, Kollantay‘ın yeni kadın tipi tanımını kapitalist sistemin bağrındaki gelişmeden elde ettiğini söylemiştik. Yine eski-yeni karşılaştırmasını yaparken, iktisadi ve toplumsal yaşam koşullarına da yer yer değinmelerde bulunmuştuk. Yukarıdaki sorunun yanıtı da buradan çıkıyor: Bu değişim, maddi temelini kapitalizm koşullarında buldu. Yani yeni kadın, kapitalist ekonomi sisteminden doğmuştur. Niye böyle olduğunu anlamak için, önce çok özet şekilde biraz eskiye gidelim.

Analık hukukunun geçerli olduğu ilkel komünal toplumda özel mülkiyet, sınıflar ve sınıf devleti olmadığı gibi kadın erkek arasında da herhangi bir bağımlılık ilişkisi yoktu. Doğal olarak kadın erkek eşitti. Kadın cinsi, saygın bir konuma sahipti. Düzenleyici ve örgütleyiciydi.

İlkel komünal toplumun sonlarına doğru, yukarı barbarlık döneminde özel mülkiyetin doğuşu, kadın cinsin eski konumunu yitirmesine neden oldu. Analık hukuku yıkıldı, onun yerini, babası belli çocukların-yani birikmiş özel mülkün mirasına sahip olacak çocukların doğuşunu güvenceye (!) alan babalık hukuku geçti. Kadın cinsi artık, toplum yaşamında saygınlığının ve değerinin kalmadığı bir yaşam biçimi bekliyordu.

Sınıflı ve (devletli) köleci ve feodal toplum düzenleri kadın cinsinin aşağılanıp horlandığı, köle olarak alınıp satıldığı, eve ve kapalı ev ekonomisinin sınırlarına hapsedildiği uzun tarihsel süreçlerdir. Gerek kölelik iktisadı gerekse feodal iktisat, kadın cinse bağımsız iktisadi etkinlik alanı sunmadığı gibi toplum, aile, siyaset, hukuk, kültür, din ve diğer bütün alanlarda ikincil unsur olmayı dayatmıştır.

Kadın cinsi yeniden toplumsal üretime, iktisadi etkinliğe (ve tabi giderek diğerlerine de) hem de kitlesel olarak katılma olanağını ancak kapitalizmde bulmuştur. Üretimin büyük ölçekli toplumsal karakteri, kadın cinsi de üretim sürecine artan oranda ücretli işçi olarak sokmakta gecikmemiştir. Yanısıra, kadın cinsin eğitimi, sanat ve kültürel etkinliklere ve nihayet siyasal alana girişi de giderek hızlanmış ve kitleselleşmiştir. Kadınlar artık ya kitleler halinde ücretli işçidirler, ya da eğitim görmüş bir meslek sahibi olmuşlar, bilimle sanat ya da siyasetle uğraşmaktadırlar. Artık kadınlar, erkeğe iktisadi bağımlılıktan kurtularak, iktisadi bağımsızlık koşullarını elde etmişlerdir. Doğal ki, bunu diğer bağımsızlıklar izleyecektir. Ekonomik bağımsızlık; işte diğer bütün değişimin itici gücü, maddi temeli elde edilmiştir.

Demek ki yeni kadın, “bir rastlantı olarak değil, belirli bir biçimde tekrarlanan gündelik olgu, kitle olgusu olarak fabrika makinelerinin cehennemi ulumalarıyla ve atölyelerin sirenleriyle doğdu.” (age, s. 84)

Bütün diğer toplumsal kesimlerle birlikte yeni kadının tip olarak gözükebilmesi, ancak ücretli kadının işgücünün niceliksel satımıyla mümkündür. İlkel komünal, köleci ve feodal toplumlar ve nihayet kapitalist toplum düzenleri her biri, kendi koşullarının ürünü kadın tiplerini yaratmıştır. Yani kadın tipi, insanlığın ekonomik gelişimiyle bağımlılık içindedir. Ekonomik koşulların değişimi ve üretim ilişkilerinin evrimiyle, kadının durumunda da bir değişiklik olmuştur.

Yeni kadın tipinin oluşumu, maddi koşullarını, ücretli (kafa ve özellikle kol) emek sisteminin varlığında buldu. Ama bu değişim hemen ve birdenbire olmadı. Kapitalist üretim süreci, Batı’da Avrupa'da, Kuzey Amerika'da kadın işgücüne gereksinim duydukça fabrikaları, işlikleri ve tarım plantasyonlarını giderek daha fazla kadın işçiyle doldurdu. Artık “dışarı”da çalışan, işgücünü bir ücret karşılığı satan kadınların sayısı milyonlarla ölçülmeye başladı. Bu, “bağımsız kadınlar ordusunun, .... tarihin şimdiye kadar henüz görmediği büyük yürüyüşü”ydü (age.).

Kapitalist ekonomi, “yüzyıllar boyunca kadını eve, besleyici erkeğe bağlayan, onu zincirleyen paslı demirleri çözüyor”, onu sokağa ve üretime sürüyordu. Böylece kadın, evdeki bağdan, “besleyici”ye sırtını dayamaktan kurtuluyor, ama bu sefer de ; “sermayenin ekonomik bağımlılığı düğümüyle kuşatılıyordu”. Dahası; kapitalizm cangılı kadını, yoksulluk ve açlık tehdidi altında eve ve kocaya “sığınma” olanağından koparıyor, alışılmış “baba ya da koca desteği olmaksızın yalnız başına kendini kanıtlamayı öğrenmeye mecbur” bırakıyordu. Tabii sayılan koşullarda artık erkek de “eski” erkek değildir. Kapitalist üretim onun karşısında, fabrikada işini, evde eski otoritesini tehdit eden bu yeni kadını çıkarmıştır. Aynı şekilde, aile de “eski aile” değildir artık. Özel olarak proleter ordusunun evliliği, gerçek anlamıyla geleneksel evlilik ve aile birliği olmaktan çıkmıştır. Çünkü kapitalizm onun ana dayağını, erkeğe üstünlük sağlayan mülk sahipliğini yıkmıştır.

Alt yapıdaki büyük dönüşüm kadın cinsin psikolojik/moral şekillenişindeki dönüşümü koşulladı. Kadın cinsin alışılmış özellikleri olan “pasiflik, itaat, yumuşaklık, yararsız ve hatta zararlı” hale gelmişti. Kapitalizmin, gerçekleri, artık insanlardan -tabi en başta ucuz ve uysal yeni işgücü ordusu kadından, “etkinlik (fiziksel ve moral sağlamlık), kararlılık, sertlik gibi şimdiye kadar erkeğin tekelinde değerlendirilmiş erdemler” istemektedir. Açıkcası, “yaşam ve sınıf kavgası alanına katılmış olan kadın silahlanmak, yaşamın sert ve anlaşılmaz istekleri ortamında hızla hazırlanmak zorunda kalmıştır.” (age s. 86)

Kuşkusuz kadın cinsi, bu yeni koşullarda bütün bir cins olarak ve tüm toplum kesimlerinde aynı oranda dönüşüme uğramamıştır. Toptan ve her kesim kadının aynı oranda dönüşüme uğraması, zaten kapitalizmin doğasına, eşitsizlik yasasına aykırıdır. Kapitalizm, kendi iktisadi gerçeklerine uygun olarak kadını ekonomik ve toplumsal yaşama katarak, özellikleri itibariyle erkeğe en yakın hale getirmiştir. Burada kapitalizmin gereksinimlerine ayak uydurabilenlerle uyduramayanların ayrışması görülmektedir. Çünkü kapitalizm, yine, doğası gereği kendisine gerekli olanı alır, gereksinimlerine uymayanı/zayıfı harcar. Gerek üst gerekse alt sınıflardan çalışan kadınlar arasında “en güçlüler, en dayanıklılar ve en disiplinliler” vardır. Bunlar öncülerdir. Zayıf ve edilgenler, “silahlanma” şansı yakalayamayanlar yine evin dört duvarı arasında kalmaya mahkum olurlar. Ev ve koca “sığınağı” bulamayan, zayıfları bekleyen ise, açık ya da gizli fuhuş ordusuna katılmaktadır. Bunlar “geride” kalanlardır.

Şimdi artık sorunun esasa ilişkin bir yönünü ele alabiliriz. Kadın cinsindeki bu değişim, baştan bu yana vurguladığımız üzere tıpkı kadın cinsin bir zamanlar köleleşmesinde olduğu gibi, yeni iktisadi koşulların ürünüdür; maddi temelini, itici gücünü oradan almıştır. Yani bu değişim, bazı kadınların kişisel çabalarının ya da iradelerinin ürünü değildir. Çaba ve irade ancak gerekli maddi koşullar varsa, süreci etkiler ve hızlandırabilir. Sorunun bu yanının doğru kavranması iki bakımdan önemlidir. Birinci olarak, kadın cinsin dönüşümünü bir kısım öncü kadının öznel çabasına bağlayan ve giderek dönüşümü, “zamansız eylemlere sığdırmaya çalışan öznelliğin” tespiti bakımından önemlidir. Bu, kapitalizm koşullarında “yeni”leşme hızının düşüklüğü ve kapsamının darlığını anlamak bakımından önemlidir. Zira kapitalizm, kadını toplumsal üretim sürecine sokarken, onu “özel” yüklerden, evin, kocanın ve çocukların bakıcılığı rolünden özgürleştirmemiştir. Aksine kapitalizmde kadının yükü iki katına çıkmıştır. Yani “yeni” kadın kimliğinin kazanımı en az kapitalizm kadar eşitsiz, zor ve sancılı bir sürecin ürünüdür.

Diğer taraftan, kadın cinsin toplumsal üretimle birlikte diğer süreçlere katılımını tam olarak sağlama yeteneğine sahip tek sistem komünizmdir. Alt evresi sosyalizm olan bu süreçte kadın cins, bir yandan toplumsal yaşama, üretime aktif katılımı artırırken, diğer taraftan “eski” ve “asli” yüklerden kurtulmaya başlar, ama bu birinciye göre çok daha zordur; tedricen, maddi koşulları oluştukça gerçekleşecektir. Sosyalist toplumdaki “yeni kadın” kimliği, kapitalizmle kıyaslanmaz ölçüde ileri ama yine de sınırlı olacaktır. Yaşanan sosyalizm deneyleri de bize bunu gösteriyor. Kuşkusuz ki sosyalizm komünizme doğru ilerledikçe bu sınırlılıklar giderek aşılacaktır.

Diğeri, kadın cinsin köleleştirilmesine karşı direnişinin çağlar boyunca sürdüğünü iddia eden feminist görüş açısının teşhisi bakımından önemlidir. Kuşkusuz kadın cinsin üyelerinin içinde aşağılanma, horlanma, toplum yaşamından dışlanma süreçlerinde, koca-efendi baskısına, dinlerin ve devletlerin yasaklarına karşı belli bir direniş olduğunu ya da olması gerektiğini var saymak doğrudur. Bu tıpkı “ezilmenin, sömürülmenin olduğu her yerde direnme de vardır” gibi bir doğrudur. Ama, kadının cins olarak ezilmişliğini anlaması ve buna karşı başlı başına bir mücadele hattına girmesi, kapitalizmden önce başlayamazdı. Çünkü, kadın ilkel komünal toplumdan sonra yeniden, kapitalizmle birlikte toplumsal üretim sürecine katılmış, toplumsal nitelikte işlerin ve “konum”ların sahibi olmuştur. Şimdi, artık bu yeni iktisadi-toplumsal konumların diğer uzantılarını; kişilik ve moral değerlerde somutlananlarını elde etmeye başlayacaktır. Bu ise, eski dünyayla, gelenek ve göreneklerle, din ve toplumsal kurallarla, koca-baba baskısı ve bağımlılığıyla yepyeni ve zorlu bir savaş alanıdır. Ama dediğimiz gibi, bu savaşın başlayabilmesi için öncelikle tarihsel dönüşümün maddi koşullarının ortaya çıkması gerekirdi.

Kollantay’ın konu hakkında söyledikleri, kadın cinsinin dönüşümünde irade ile maddi koşullar arasındaki ilişkiyi kavramamızı kolaylaştırıyor; “yeni kadının, kendi bilincine varmış güçlü bireylerin kahramanca çabalarının ürünü olduğunu düşünenler hala varsa, ciddi olarak yanılıyor bu kişiler. Çünkü bu, bireysel irade sorunu değildir; kadın zihniyetinin, ruhsal ve duygusal iç yapısının dönüşümü, her şeyden önce ve özellikle toplumsal derinliklerde meydana gelmektedir. Açlık kırbacı altındaki işçi kadının varlığını kökten dönüşüme uğratan koşullara uyması orada oluşmaktadır.” (age. s. 87)

Değişim ve dönüşüm, ilk önce işçi kadınlar arasında başlıyor. İşçi kadınlar kitleler halinde dönüşümün yoluna giriyorlar, çünkü; “taştan canavarın-kapitalizmin-ege- menliği altında işçi sınıfının kadını, kendinde bağımsız bireyin bilincinin doğup güçlendiğini görüyor ve kendi gücüne olan inancı büyüyor”. Bunu kapitalizm başarıyor. Gizli potansiyeli, bireysel irade adına var olan herşeyi açığa çıkarıyor ve işçi sınıfının milyonlarca üyesinin kendi ayakları üzerinde durmasını sağlıyor.

Kapitalizm, bütün insanlığı kendisiyle birlikte kurtaracak mezar kazıcısı proletaryayı yaratırken, aynı zamanda kadın cinsin köleliğini de insanlık tarihinden silip atması savaşının koşullarını yaratıyor. Çünkü o, “yüzbinlerce kadını aile yuvasından, beşiğinden koparıp alarak itaatkar ve edilgen yapıları, kocasına boyun eğen köleleri, kendi öz hakları ve çıkarları için savaşan bir orduya dönüştürüyor; başkaldırışı uyandırıyor, iradeyi eğitiyor. Kadının kişiliğini sağlamlaştırıyor, kanıtlıyor.” (age, s. 87)

Yeni Kimliklerde Sınıfsal Ayrışma

Kapitalist üretim koşullarında yeni tip kadınlar, başlangıçta belirttiğimiz genel özelliklerle doğuyorlar. Ama, bu ilk doğuş anında bile değişik toplum kesimlerine ait- lik, sınıfsal farklılaşma açık ve net gözlemlenebilmektedir. İşçi sınıfı saflarına katılarak “yeni” kadın kimliğini elde edenlerle, burjuva sınıfa ait olanların “yeni” kadın kimliği edinmeleri ve kimlik edinme eylemleri farklı serüvenlerde gerçekleşiyor.

Yukarıda da söylediğimiz gibi işçi kadın bu yeni kimliği “taştan canavarın örsünde” edinir. Kapitalist canavarın kendisini sürdüğü yeni iş alanlarında edinir. Ama bu, bireysel çabaların ürünü değildir. Ve birey olarak yeni kimlik sayesinde kapitalizmle başa çıkacağını sanmak, işçi kadın için sadece yanılgı olur. İşçi kadın, dönüşüm sürecinin daha başında kolektiflik duygusu, arkadaşlık, dayanışma duygusu edinir; tıpkı fabrikada patrona karşı ortak hareket duygusu edinen erkek işçiler gibi. Oysa ki, üst sınıfların kadınları, yeni toplumsal-iktisadi koşullarda yeni kimliği edinirken sınıfına ait olmayan kolektiflik ve arkadaşlık, dayanışma duygularını çok az edinebilirler. Burjuva-aydın kadınların bağımsız kişilik edinmişken bile niye bireysel kaldıklarının anlamı buradan çıkarılabilir. Kollontay'ın dediği gibi; “çalışan kadınları iki ana toplumsal sınıfa keskin çizgiyle ayıran temel duygu, düşünce ve heyecanlar” öncelikle bu temel üzerinde gelişir.

İki ana toplumsal sınıfa ait kadınlar, kendi yaşam mecralarında yeni kimliklerini edinirlerken temel sınıfsal farklılıklarını da derinleştirirler. Yani, başlangıçta bir burjuva “yeni kadın” kimliği vardır, bir de proleter yeni kadın kimliği. Bu iki “yeni” kimlik, eski tip kadından ayrılırken, bazı benzer özellikler oluştursalar da, zıt iki kutupta toplaşan sınıflarına ait özellikler edindikleri için giderek birbirlerinden uzaklaşırlar. Yaşam içinde, artık çıplak gözle görülebilen bu uzaklaşma sınıfsal temele oturan, ideolojik, siyasal alanla ve kavgadaki konumlanış açısından da bambaşka dünyalara ve eylemlere denk gelir.

Kollontay bu iki kimlik arasındaki ortaklığı ve farklılaşmayı, kendi koşulları içinde şöyle tespit ediyor; “... farklı toplumsal katmanların yeni kadınları arasında bağ kuran şey eski kadından niteliksel ayrılıksa ve çalışanlar safına geçiş, aynı şekilde bütün kadınlarda bağımsızlığı geliştiriyorsa da sınıf farklılığı, kişilikleri güçlendirme ve ruhsal dünyaları genişletme suretiyle, çeşitli toplum tabakalarının kadınlarını daima artan biçimde birbirinden uzaklaştırıyor.”

Bu iki kimlik, birbirine göre zıt kutuplarda duran iki ayrı sınıfa tekabül ediyor. İşçi kadınlar, evinin eşiğini aştığında kendini yalnızca toplumsal üretimde bulmuyor, aynı zamanda sınıflar savaşının ortasında da etkin bir konumda buluyor. Kendi sınıf ideolojisi, onun sınıf olarak kurtuluşu için olduğu kadar, cins olarak kurtuluşu için de büyük bir silah oluyor. Ama gelişme, burjuva kadın için böyle olmuyor. O, cins olarak aydınlanma içine girdiğinde, kişisel bağımsızlık kavgası başlıyor, ama sınıfsal konumu nedeniyle hem işçi kadından uzaklaşmış oluyor, hem de karşısında kurtuluşuna izin vermeyen burjuva ideolojisinin, kurumlarıyla köhneleşmiş eski dünyayı buluyor.

Velhasıl, her iki kadın da yeni koşullarda yeni kimlikler ediniyorlar, her ikisi de kendine özgü “başkaldırı” aşamasından geçiyor, -her ikisi de kişiliklerinin kanıtlanması için mücadele ediyorlar. Birileri bilinçli bir şekilde, “ilke” dolayısıyla (burjuva kadın-PD), diğerleriyse “ortaklaşa olarak, basit tarzda, zorunluluk olduğundan (proleter kadın-PD). ” (age. s. 88)

İşçi kadının yeni kimlik edinme mücadelesi, proletaryanın sınıf ideolojisinde büyük bir silaha kavuşuyor. Onun yeni kimlik edinme mücadelesi sınıfının genel çıkarlarıyla uyum halinde gelişiyor. Yeni kadın kimliğinin bir parçası olan psikolojisi de işçi sınıfının ideolojisiyle ve ahlak ile uyumludur. Çünkü “iç dünyasında bağımsız ve özgün olan yeni kadın tipi, işçi ortamının sınıf çıkarı doğrultusunda hazırlamakta olduğu ahlaka başa baş gelir. Toplumsal misyonunu tamamlamak için işçi sınıfının; edilgen, ‘kadın erdemleri’ne sahip, evliliğin ve ailenin kişiliksiz kölesine değil, her türlü köleliğe başkaldırmış, bir yerde, bilinçli etken.. kolektifliğin ve sınıfın bütün haklarından yararlanan bir üyeye gereksinimi vardır.” (age. s. 89)

Bu uyumu, yaşadığımız coğrafyada gerçekleşen grev ve direniş eylemlerinde görüp teşhis edebiliriz. Kuşkusuz bugün yaşayan örneklerde işçi kadının bağımsızlaşması, yeni kimlik edinme mücadelesinin önündeki engellerin çokluğu, değişim ve dönüşümü olağanüstü yavaşlatıyor. İşçi kadın her şeyi bir yana, yeni kimlik edinme çabasına girdiğinde en başta evdeki “patron”la savaşmak zorunda kalıyor. Ama evdeki, genellikle işçi ya da emeği ile geçinen “patron”dur. Kendisi de o durumuyla henüz sınıfının ideolojisi, ahlakı ve tavrıyla kuşanmış değildir. Çatışmanın nedeni tam da budur. Yoksa işçi kadının çarpışmak zorunda kaldığı şey, sınıfın tavrı, ideolojisi ve ahlakı değildir. Yani; işçi kadın edindiği yeni kimlikle, geleceği kuracak düzenin bir parçası haline geliyor. Onun için yeni kimlik, insanlığın altın çağa yürüyüşünün de bir belirtisi ve aracı.

Burjuva kadın için durum aynı değildir. O, kendi bağımsızlığı için mücadele ederken, “kadın tipinin yeniden eğitilmesine düşman olan kendi sınıfının ideolojisi engeli” ile karşılaşır. Burjuva sınıf saflarında kadının “başkaldırısı”, o nedenle, işçi kadın kadar yalın, basit ve doğrudan değildir. Onun çatışması daha keskin karakterlidir ve göze çarpıcı biçimler alır. Bu, mülkiyet sahibi sınıfların, sermayenin tekelci, tekçi yapısı gereğidir. Burjuva kadının “bağımsızlaşması” burjuvazinin ahlakıyla da -tabi yazılı çizili ama uyulmayan ikiyüzlü ahlakı- örtüşmez. Bu yüzden burjuva kadın bu dolambaçlı dönüşüm yollarında daha “acıklı” dramlar yaşamıştır. Burjuva sınıfın yeni kadınları, bu yeni kimlikleriyle, sadece ve sadece yine mensubu oldukları bu düzende elde edilebilir “eşit” haklar, az çok bir genişleme fırsatı yakalayabilirler. Bundan ötesi, kendileriyle birlikte kapitalizmin kaçınılmaz sonu beklemektedir. Açıkçası burjuva kadınların “yeni” kimliği eskimiş, kapitalizmle birlikte eski tarihin çöplüğüne gidecek bir “kimliktir”.

“Yeni”nin İki Cephede Savaşı

Yeni kadınlar kapitalizmin bağrında kendileri özgürleşirken, “edilgen ve geri kalmış kız kardeşlerini ve yüzyıllar boyunca zincire vurulmuş düşüncesini de özgürleştiriyorlar”. Öncü rol oynayarak henüz bu yola girmemişleri de sarsıyor, onları saran zincirleri parçalamalarına, dogmaları yıkmalarına yardımcı oluyorlar. Ancak şu olgu gözden kaçırılmamalı. Yeni kadın, yeni bir kimliktir, ama her yeni gibi, doğum izlerini, doğduğu ortamın etkilerini taşır.

Kapitalizm koşullarında işçi sınıfı saflarında ya da ezilen sınıfların saflarında “yeni kadın” kimliğini “saf’, “arı” yalnızca kendisinden ibaret bir halde bulamayız. O da eskiyle içiçedir, eskinin unsurlarıyla yeninin, gelişenin unsurlarını bağrında toplar. Ve bu yüzden yeni kadın, dış dünyayla; iktisadi, toplumsal, siyasal, ahlaki, kültürel vb. engellere karşı mücadele yanında, kendindeki “eski” ye karşı da kıyasıya bir mücadele içindedir. Savaşın bu ikinci cephesi, daha gizli, örtük ve çok dolambaçlıdır; bu nedenle daha da zordur.

Yeni kadın kimliği, birinci cephede maddi koşullar oluşturduğunda doğdu. Ama ikinci cephede mücadele ile yan yana doğdu. Bu ikinci cephe “bilinç ve irade” unsurunun devreye girişiyle birlikte vardır. Ve ancak o durumda, birinci cephe üzerinde hızlandırıcı etkide bulunabilir. Eğer, yeni kimlik edinmenin maddi koşullarının oluşumu, “bilinç ve iradeye” rolünü oynayabileceği alan sunulmuyorsa o zaman “yeni kadın” kimliği, büyük kahramanlıklar, büyük acı ve özverilere rağmen başarılı olamaz.

Yeni kadın kimliği özgürce gelişme ve bütün boyutlarıyla gerçekleşme olanağını ancak, bizzat kendisinin de kurucusu olduğu, “yeni dünya”da, eski kimliği yaşatan koşullar tümüyle ortadan kalktığında bulacaktır. Yani, kadın köleliğinin ilk koşulu olan özel mülkiyetin, giderek sınıfların ortadan kalktığı, sınıf farklarının silinişinin gerçekleştiği ve devletin son bulduğu, dinler ve diğer her çeşit köleleştirici toplumsal kurum gibi önyargı “eski”ye ait her şey ortadan kalktığında; bir başka ifadeyle zorunluluklar aşıldığında, büyük özgürlük aleminin insanları; kadınlar ve erkekler, yeni erkek ve yeni kadınlar, yani, yeni insanlar ortaya çıkacaktır.

Bu tarihsel yürüyüşün ilk adımı olan sosyalizmde yeni kadınlar, yeni insan tipinin yarısı olarak “eski”ye karşı dışta ve iç dünyada zafer kazanmış bir kaç kuşakta gerçek haline geldiler. İnsanlık, Rusya’da Ekim Devrimiyle başlayan süreçte devrimci dönüşümlerin bir ayağını, kadın erkek ilişkilerinde dönüşüm ve kadınlarla erkeklerin yeni kimlik edinmelerini tanıdı ve sevdi. 50 yıla sığan bu ilk toplumsal deney, yeni kadın tipinin kitlesel olarak gerçekleşmesinin yolunu gösterdiği gibi sorunlarını ve zorluklarını da tanıttı. Gerek kendi coğrafyamızda kapitalizmin koşullarındaki gerçeklik, gerekse Ekim Devrimi’yle açılan süreçte yaşanan deneyler ve elde edilen sonuçlar iyice kavranıp özüm- sendiğinde, yeni kadın kimliğini, bugünden “bilinç yoluyla” elde etmek savaşı o kadar kolaylaşacaktır.

Yeni kadın kimliğinin en ileri, tutarlı temsilcisi proletaryadır. Proletaryanın ideolojik-siyasal kimliği, azami hedefi, insanlığı kapitalist özel mülkiyet dünyasından kurtaracak tek sınıf olması, doğal olarak proletaryanın davasıyla kaynaşan komünist kadını “yeni kadın” tipinin sonuna dek en tutarlı temsilcisi yapmaktadır.

Burjuva kadın tipinin “yeni kadın” kimliği kapitalist çürümenin bir parçası olarak çürümüştür.

Genel bir olgu olan devrimci-demokrat kadın yeni kadın tipinin bir kategorisi olarak, politik bakımdan küçük burjuvanın tarihsel olarak devrimci rolünü tüketmesine bağlı olarak tükenecektir, kapitalist gericiliğin bir parçası haline gelecektir.

Demek ki, insanlığı “büyük uyum dünyasına taşıyacak, sonuna dek devrimci ve tutarlı tek kimlik proletaryanın sınıfsal kimliğidir, bu kimliğin bir parçası bilinçli temsilcisi olan komünist yeni kadın kimliğidir.

* Marksizm ve Cinsel Devrim, A. Kollontay, Tüm Zamanlar Yayıncılık, s. 83

II. BÖLÜM: Yeni Kadın Tipi ve Yeni Kimlik Sorunları

Güncelden Yarına

Kapitalizmin bağrında işçi ve emekçi kadınların saflarında oluşan yeni kadın kimliği, bu ilk haliyle kendiliğinden sürecin ürünü, doğal olan bir gelişmedir. Yani “basit tarzda, zorunluluk olduğundan” dolayı proleter kadın bu kimliği edinmiştir. Tıpkı, kapitalizmin asal ürünü olan işçi sınıfının kapitalizmin mezar kazıcısı, geleceğini kuracak güç olması gibi “zorunlu” bir gelişme. Bir başka ifadeyle, henüz bilinç unsurunun devreye girmesiyle elde edilmiş az çok istikrarlı bir mücadele sürecinin hedefleri belli bir konumlanışı değildir bu. Ama bu kendiliğinden ve “zorunlu” gelişme, tıpkı işçi sınıfının kapitalizme ve onun siyasal örgütlenmesine karşı mücadeleye girmesi ve sınıf bilinçli çizgide bağımsız siyasal örgütlülüğünün gelişmesi gibi, yeni kimlikli işçi kadın da bu süreçlerin bir parçası haline gelmiş ve yeni kimliğini pekiştirmiştir.

Buradan şuna varabiliriz; Yeni kadın kimliği bilinçli ve planlı bir eylemin içinde gerçek içeriğine ve boyutlarına kavuşur. O yüzden de toplumsal ve siyasal süreçler içinde bu kimliğin hakkını vererek taşımak, ancak sınıf savaşımının içinde olanaklıdır. Zira bugünkü “yeni kadın” kimliğinin geleceğin, sosyalizmin (ve nihayet komünizmin) kurucusu olmasından söz edilecekse kapitalizm başlangıcında, “doğal, basit ve zorunlu” olarak doğmuş bu kimliğin, gelecek projesiyle, ideolojik, pratik-siyasal ve hatta örgütsel olarak birleşmesi gerekir.

Dünya çapında 150 yılı aşan sosyalizm mücadelesi hatta devrimci her atılım dönemi ve ulusal kurtuluş hareketleri bir bakıma baştaki “doğal ve zorunlu” yeni kimliğinde gelişme, kendini “bilinçli” oluşturma ve bütün bu süreçlerde gerçek rolünü oynama macerasıdır. Devrimci savaşların içindeki kadın tipleri, sosyalizmin Rusya (ve çevre ülkelerinde) ilk 50 yıllık deneylerinin içinde bizzat kurucu ve yaratıcı unsurlar olarak yer almış olan öncü kadınlar, her zaman ve her süreçte yeni kimliği gerçek içerisine ulaştırmış, bilinçli bir yön vererek tarihsel misyonunu oynamasını sağlamıştır. İşçi, emekçi ve aydın kadınlar, kapitalizmin yıkılışı ve sosyalizmin kuruluşu ve geliştirilmesi süreçlerinde büyük özveriler ve yaratıcılıklarıyla yer almışlardır.

Günümüzde ve coğrafyamızda da aynı şey geçerlidir. İşçi sınıfı ve emekçi katmanların savaşımının yükseldiği her adımda ve her alanda, “geleceğin kurucu nüveleri” yeni kadın kimliklerine rastlanır. Bunlar, “doğal ve zorunlu olarak” yenileşmiş kimliklerin en ilerilerine, en bilinçli ve gelişkin olanlarına sahiptirler. Daha çok “eski” dünyadaki eylemleri ve yaşamlarıyla “yarın”ı hazırlarken de, bir ölçüde “yarın”a aitler.

Kürt Kadının “Yeni” Kimliği

Ulusal başkaldırı içindeki Kürt ulusunun kadınlarına bakalım. Sürmekte olan ulusal devrim, Kürt coğrafyasını altüst etmekle kalmadı. Kürt toplum yaşamını da derinliklerine kadar sarstı. Sarsıntılar en şiddetli halini kadınların değişen durumunda hissettirdi. Daha çok feodal, ataerkil aile ve aşiret ilişkileri içindeki “köle” olan Kürt kadının yerinde bugün yeller esiyor. Kürt kadını kitlesel olarak kendisini çevreleyen çitleri bir bir yıkarak savaşın içine girdi. Gerilla oldu, komutan oldu, şehit düştü. Şehit anası veya eşi, kontra cinayetlerinin mağduru, sokak savaşlarının neferi oldu. Kürdistan dağlarından batının metropollerine, Avrupa kentlerine kadar Kürt kadınları kitlesel olarak savaşın bir parçası oldular. Onların katılımı ulusal savaşı derinleştirirken hedeflerini genişletti ve ulusal kurtuluşu ivmelendirirken gelecek projesinin toplumsal içeriğini de zenginleştirdi.

Kürt ulusal başkaldırısı bütün halk devrimlerinin genel yasalarını doğrularken bir- kez daha, “kadınlar katılmadan hiçbir siya- sal/toplumsal hareket başarılamaz” belgisini gerçek kıldı. Diğer yandan, Kürt kadınlarındaki değişim de bugünkü boyutları ne olursa -ulusal başkaldırının ürünüdür. Yani yukardaki belginin diğer yarısı “devrim olmadan -bu devrim henüz ulusal bir devrim olması nedeniyle, kadınların kurtuluşu açısından sınırlı bir gelişme olsa da- kadınlar kurtulamaz” da gözlerimizin önünde, yanı başımızda ve içimizde gerçek haline geldi. Batı’da ve Kürdistan coğrafyasında bu süreç devam ediyor.

Yazının başlangıcında saydığımız yeni kadın profilinin pek çok unsuru, dahası siyasal ve örgütsel süreçlerin değiştirici, derinleştirici etkisi nedeniyle zenginleşmiş olarak, canlı organizmalar olarak mücadele içindeki Kürt kadınında toplanmıştır. Ama, siyasal-toplumsal gelişmenin kendine özgü özellikleriyle biçimlenip kalıba dökülerek, kendine özgü çehre ve çerçeve edinerek. Ulusal hareketin özellikleri, Kürt toplum yapısının özellikleri, bugünkü koşullarda olabilecekleri ölçüde bu yeni kadın kimliğinde yerlerini aldılar. Özellikle düne ait, yani eskinin izleri ve kimi belirgin unsurları, bugün için yeni kimliğin yanında ve hatta içinde yerlerini koruyorlar. Kuşkusuz bu durum değişecek ve eskinin izleri yeni toplumsal ve siyasal süreçlerde tedricen yok olacaktır.

Ulusal devrimin bugünkü süreçte Kürt kadınında yol açtığı değişim ve yeni kimlik edinimi tarihsel benzerleri gibi iki ayrı yoldan, iki ayrı çizgide gelişti. Birincisi ve asıl olanı, geleceğin tohumlarını taşıyan, ulusal devrimci savaşımın içinde ve en yakın çeperinde gerçekleşenidir. Bu, kitlesel olan ve sürece damgasını basan değişim modelidir. Yukarıdan beri anlattığımız da budur.

Diğeri, Kürt toplumunda gerçekleşen ulusal uyanışın ve başkaldırının, aynı zamanda Batı'daki kapitalist yaşamın yan ürünü olarak ortaya çıkan, “yeni” kimlik; Kürt feminizmi diyebileceğimiz, kendi ifadeleriyle “bağımsız kadınlar” kimliği ve etkinliğidir. Doğası gereği bu da özellikle bu coğrafyada yeni bir kimliktir. Ama, mevcut durumuyla burjuva “yeni” kadın kimliğinin Kürt versiyonudur. Kendini tanımlayışı, eylemleri ve etkinliği ile Türk feminizmiyle esasta aynı çizgide bulunuyor. Kuşkusuz, ezilen sömürgeci baskı altındaki bir ulusa ait olmak ve hem de ulusal başkaldırı koşullarında oluşmak, onda, Türk olandan farklı öğelerin birikmesini de sağlıyor. Bundan dolayı, Türk feministlerinin bir parça daha ilerisinde yer aldığı gibi biraz daha fazla ilerici rol oynamaya aday. Yine, gündemi bir parça daha siyasal ve toplumsal karakterde; “özel” gündemi daha sınırlı. Ancak burjuva toplumda ve burjuva sınırlar içindeki her “yeni” kimlik gibi bu da geçici bir “yenilik”, barutunu hızla tüketmeye aday ve “eski”nin içinde kalmaya mahkum bir kimlik. Bu kesim, yeninin, geleceğin unsurlarını taşımadığı gibi geleceğin kurucu unsurlarının burada barınması olanaklı da değildir.

Batı'da “Yeni Kadın” Kimliğinin Bugünü

Batı'da işçi sınıfı saflarında her zaman ve her dönem yeni kimlikli kadınlar olmuştur. Kapitalizmin gelişim çizgisine bağlı olarak artan oranda kadın fabrikalarda, işliklerde ve giderek devlet dairelerinde işe sürülmüştür. Özellikle ‘50'lerden itibaren Batı'da hızlanan işbirlikçi kapitalist gelişme, kadınların artan oranda üretime katılımını sağladı. Bu beraberinde kadınların sınıf mücadelesi alanına girişini de hem nicel olarak artırdı hem de nitel olarak güçlendirdi. ‘80 sonrası iktisadi durum, artan yoksulluk, kadınların istihdam edildiği sektörlerde genişleme kadınların üretim süreçlerine katılmasını özel olarak artırdı.

Sınıfın üyesi olmak, sınıflar savaşımı arenasında bulunmak için bir ön koşul. Bu ön koşulu yakalayan kadınların, kendiliğinden “basit tarzda ve ortaklaşa olarak” ve tabi zorunluluktan yeni kadın kimliğini geliştirmesi olanaklı. Ancak bu olanak bizim coğrafyamızda, işçi sınıfının devrimci hareketinin dalgalar halinde yükseldiği ve hatta devrim girişimlerinin yaşandığı, öncesinde burjuva devrimlerinin yaşandığı Batı-Avrupa ve Amerika gibi ülkelerin işçi ve emekçi kadınlarıyla kıyaslandığında, çok daha “sınırlı”dır. Bu coğrafyanın bütün özgünlükleri; kapitalizmin gelişme derecesindeki zayıflık, feodal kalıntıların özellikle üst yapı kurumlarında ve ailede feodal yapının güçlü kalıntıları, yığınların burjuva devrimlerin okulundan geçmemişliği ve daha bir dizi neden, kadınların konumlarında başka halklara ve coğrafyalara göre geriliğine yol açmıştır. Bundan başka sınıf mücadelesinin kapsamı ve içeriğiyle ilgili darlıklar, istikrarsızlıklar her zaman kadınların durumlarında ve kendi gelişmelerinde köstekleyici etkenler olmuştur. Aile, yasalar, islam dini, gelenek ve göreneklerin güçlü baskısı, yeni kimliğe en yakın kadınların bile gelişmeleri önünde birer büyük engel ve kadınların üzerine çöken birer kabus.

Genel olarak bu olumsuz çerçeve içinde, ne zaman ezilenleri antifaşist özgürlük mücadelesi ve özel olarak işçi sınıfının ekonomik ve politik hareketi güçlü bir dalga halinde yükselişe geçmişse kadınların durumlarında da önemli değişmeler yaşandığı görülmüştür. Örneğin ‘60 ların ikinci yarısı, ‘70'ler ve ‘89 sonrasından günümüze kadar süren başlıca üç devrimci ve anti- faşist yükseliş döneminin her birinde, değişen boyutlarda işçi ve emekçi kadın kitleler halinde kavgaya, kavganın en önüne fırlayarak konumlarını ve kimliklerini değişime uğratmışlardır.**

‘90'lardaki dalga, yeni kimliklerini kuşanan binlerce işçi ve emekçi memur kadını yarattı. Aynı şekilde mücadelenin bütün diğer alanları kadınların en militan kavgacılıklarına tanıktır. 12 Eylül faşizmine karşı cezaevlerinin kapısı önünde direnişi ilk ören tutuklu yakını kadınlar, kaybolanların hesabı için faşist diktatörlüğün yakasına yapışan analar, eşler; sınıflar mücadelesinin yeni kuvvetleri, yeni kimlikli kadınları oldular. Özellikle bu dalgada ortaya çıkan ve örnek olan bu kadınlar için yaşam bütün boyutlarıyla değişti. Eskinin boyun eğen ev kadınları, toplumun ve yasa düzeninin istediği gibi yaşayan kadınlar burada, bu eylemlerin içinde yok oldu gittiler. Her yaştan ve her meslekten ya da kimliksiz, mesleksiz, işsiz, ekonomik bağımsızlıktan yoksun bu kadınlar yeni kadın kimliğinin bugünkü koşullarda gerçekleşebilecek en geniş boyutlarına, tıpkı işçi kadınlar gibi “doğal olarak, zorunluluktan” ulaştılar. Bu değişimleriyle, yine aynı doğallıkla kendilerinin gerisinde kalan “kız kardeşlerini de zincirlerini parçalamak için” uyardılar.

Konuyu genel istatistiki bilgilere dayalı olarak anlatmak gerekli değil. Toplumsal ve siyasal yaşamın seyri içinde bütün alanlarda “taştan canavarın örsünde eğittiği” işçi ve emekçi kadınlar bakımından, bu coğrafyanın yeni kimlikli kadınları olmak için yaşamın kendi seyrinde onca engele rağmen alınan mesafe hiç de küçümsenemez. Yine de yürümesi gereken uzun bir yol var.

Öndekiler; Sosyalist Kadınlar

Yeni kadın tipinin mevcut koşullar içinde en gelişkin örneklerine baştan itibaren belirttiğimiz gibi mücadelenin safları arasında rastlayabiliriz. Bakışlarımızı mücadele alanına, örgütlü savaşın saflarına yöneltirsek, orada, düzene ve devlete karşı savaşın içindeyken ezilen cinsin üyelerinin büyük değişimler yaşadıklarını görürüz.

Sözkonusu yeni kadınları diğerlerinden adamakıllı farklılaştıran koşullara sahip olduklarını teşhis etmeliyiz öncelikle? Nedir bunlar? Kavga özgürleştirir, kavgaya bütün varlığıyla atılan bu kadınlar ilk elde önemli bir “özgürlük” alanı elde ederler. Aile bağlarının sınırlayıcı ve ezici ögelerinden kurtulmuş olmak, devlet ve düzenin yasa ve kurallarıyla köprüleri atmış olmak, sürekli ve sistemli eğitici, dönüştürücü ve geliştirici bir mücadele içinde ve örgütlü yaşam atmosferinde olmak, kocaçocuk-ev işi çemberine takılmamak; işte size, başka hiçbir toplumsal katmanın sahip olmadığı ve olmayacağı “özgürlük” alemi.

Yeni kadın tipinin en ileri örnekleri olan bu kadınlar genellikle sosyalist ya da devrimci-demokrat siyasal kimlikleriyle, yeni kadın kimliklerini birlikte oluştururlar. Birçoğu yaşamlarının önceki süreçlerinde bağımsız kişilik ve bağımsız hayat tarzı elde etmek olanağı bulmuşlardır. Bu sayede; bağımsız tavır takınabilme inisiyatifi, düzenleyici ve örgütleyici yetenekler, hayatı bütün süreçlerinde özgürce yaşama alışkanlığı, yırtıcı ve yaratıcı özellikleri kazanmışlardır. Mücadele saflarında aktif olarak atılmalarında bu tip özellikleri edinmiş olmalarının küçümsenmeyecek öneme sahip olduğunu da söyleyebiliriz. Şimdi, bütün bu özellikleri, toplumsal özgürlük ve emeğin tam kurtuluşu için kavgada, üzerine basarak gelişeceği ve kavgayı büyüteceği artılar olarak kullanabilirler. Artıların yanısıra, en öndeki yeni kadınlar, toplumsal yapının ve toplumdaki yaşam tarzının eksiklerini de birçok boyutuyla yeni yaşamlarına taşımaktadırlar.

Önce şunu vurgulamalıyız, en öndeki yeni kadınlar yeni konumlarına “bilinç” yoluyla, aydınlanarak ulaşırlar. Çünkü onlar bu alanda da kendiliğinden sürecin bilinçli temsilcileridir. Yani onlar toplumsal etkinliğe katıldıklarında, tüm ezilenlerin kurtuluşu için yola çıktıklarında, yeni kimliğe ulaşırlar. Ama bu da birdenbire olmaz. Yeni, eskinin izlerini taşır ve eskiyle az çok çatışma halinde bulunarak, eskiyi tümüyle yenmeyi başarabilir. Biraz somutlayalım. Küçükburjuva bir çevreden gelen bir öncü kadın, ele alalım. Öncelikle küçükburjuva yaşam tarzının kazandırdığı alışkanlıklarla vuruşmak zorundadır. Herbiri mücadeleye zarar verecek, kişinin gelişiminde fren rolü oynayabilecek küçükburjuva alışkanlıklar hiç de küçümsenemez. Aşırı duyarlılık, daha doğru bir tanımlamayla küçükburjuva duygusallıkları, kendi gücüne güven eksikliği bunların başında gelir ve en yaygın özelliklerden sayılabilir. Kendini eleştirmede tutuculuk, zaaflar ve eksikliklerle savaşma kararsızlığı önceliklere eşlik ettiğinde, durum daha da vahim hale gelmektedir.

Pek çok örnekte görülüyor, yeni kadınlar yeni kimliklerin kimi temel özelliklerini çok zor ediniyorlar. Genellikle siyasal savaşım içinde bağımsız kişilik edinme ve kendine ait fikir sahibi olma ve bağımsızca yön tayin etmek de zayıflıklar gösteriyorlar.

Yaşamın ve mücadelenin değişik kesitlerinde ortaya çıkan pekçok türde hata ve zaaflardan en önemlilerini seçerek ele almak, yerinde olacak.

Yaşanmış örneklerden bilinir, kadın militanların yeri, daha çok birlikte olduğu erkek militanla paralel gitmeye başlar. Belki öncesinde “bağımsız” bir konum vardır, ama bir erkek yoldaşıyla yaşamı paylaştığında adeta kendi konumunu unutur, kendini bu “yeni ilişki” ile özdeşleştirmeye, onun yansısı gibi olmaya başlar. Belki de, mücadeleye başlarken hiçte olmayan konum kaymaları başlar. Her şeyi eşiyle, sevgilisiyle, tabi daha sonra eğer olursa, çocuğuyla birlikte düşünmeye başlar.

Erkek mücadeleyi bir nedenle terkederse hemen arkasından gitmeye hazırdır. Ya hemen onu izler ya da gitmek için bir neden, bir yol aramakta, ilk uygun zamanda pratiğe uygulamaktadır. Böylece; hayatın bütününe devrimci bakış zayıflıyor, aşk ya da evlilik, yaşamın yalnızca bir parçası, bir alanı olmaktan çıkıyor, yaşamın başlıca amacı haline geliyor. Hiç değilse mücadele yaşamıyla olan bağlantısında olumsuz yönde bu tür bir değişiklik, bu alanda bir çözülmenin başlangıcı olabiliyor.

Ya da aynı durum, birgün çocuk sorununda ortaya çıkıyor. Önceki süreçte profesyonel devrimci olan pekçok kadın, çocuk yapınca ve tabiki toplumdaki genel uygulamanın bir devamı olarak çocuğa kadın “bakmakla yükümlü” hale geldiği için de gerilemeye başlıyorlar. Bu duruma yani çocuk bakımından kadının sorumlu olmasına karşı bilinçli ve etkili mücadele geliştirilemediğinde de eski konumlardan savrulmalar ve hatta sıradanlaşma hiç de azımsanmayacak düzeyde rastlanan olaylar olarak ortaya çıkıyor. Kaldı ki doğan bu yeni durum, yalnızca fiziki koşullarda bir değişiklik olmakla kalmıyor. Duygu ve düşüncelerde yıpranma, özgüven ve kendine saygıda zayıflama, yaşam tarzındaki fiziki değişiklikleri izlemektedir.

Kadın militanların bu çembere sıkışıp kalmaları, onların mücadele yaşamında çok özgün, belki de kendi koşulları içinde en zor sınavıdır diyebiliriz. Onu yeni ve öncü yapan özelliklerle, eskiyen kadın kimliğine ait özelliklerin çatışması nasıl sonuçlanacak? Militan bir kadın yeni kimliğiyle ileriye mi yürüyecek, eskiye, eski kimliğine geri mi dönecek? Yaşamın doğal evrelerini, yani evlilik, çocuk gibi şeyleri kendi doğallığı içinde yaşamak, sınıf mücadelesindeki konumlanmaya aykırı hale gelebiliyorsa, bu iki seyir birbiriyle çatışabiliyorsa, ortada çok önemli bir sorun var demektir. O da şu, aslında bilinçli ve kararlı, istikrarlı bir savaşçı için, kavgaya katılımın önünde hiçbir şey engel haline gelemez, gelmemelidir. Yani diğer insanlar gibi komünistler de aşık olurlar, evlenir ve çocuk sahibi olabilirler. Normal olan; yaşamın bu bölümüyle kavganın gereklerinin çatışır hale gelmemesidir. Ancak, üzerinde durduğumuz gibi bu tür çatışan haller çokça yaşandığına göre, sorunun ne olduğu üzerinde durulmalıdır. Şu açık, bu tür sorunlarda fizik/maddi koşullar bir etkendir. Ama esası buradan kaynaklanmıyor. Asıl olan, yeni konumu ve yeni kimliği, hiçbir engele takılmadan maraton koşucusu gibi sürdürecek bilince sahip olunup olunmadığını, kafaların bütün zorunlulukları aşarak kelimenin gerçek anlamıyla özgürleşip özgürleşemediğini sorgulamak gerekir. Olumsuz örnekler, sorgulamanın olumsuz hanesindeki olguların göstergeleridir.

Kuşkusuz biz sorunu kadın militanlar açısından tartışıyoruz, onların içinde hareket ettiği koşullar ne kadar elverişli ya da eşleri başta olmak üzere, örgüt yaşamının bu tür sorunlarda ne ölçüde koletivize olduğu hiç de önemsiz olgular değildir.

Genel eğilimin dışına çıkabilen kadın militanlar yok mu? Elbette öteden beri var ve giderek sayıları ve kavga saflarındaki oranları artıyor. Yani gerek eş ilişkisinde ve genel olarak özel sorunlarına yaklaşımda, gerekse çocuk sorununda, yeni kimliğine, öncü misyonuna sadık kalan pekçok devrimci ve komünist kadın var. Bunlar öncüler içinde de “en öndekiler”. Şu da bilinmeli; “en önde” olmak ve ele aldığımız konular bakımından konum kaymalarına karşı direnebilmek hiç de kolay değildir, denilebilir ki, büyük özveriler gerektirmektedir.

Saydığımız dezavantajlarına rağmen az sayıda olsa da sosyalist kadın dimdik ayakta ve ileriye doğru gidebiliyorlarsa, aynı düzeydeki erkek yoldaşlarına göre iki misli enerji ve irade sarfettikleri içindir. Zira karşılaştıkları sorunları aşmak, devrim ve sosyalizm davasına hizmette en ufak bir geri kalmaya meydan vermemek için buna mecburlar. Tuhaf gerçek şu ki, kadınlar erkek yoldaşlarına (ve tabi eşlerine) göre iki misli enerji ve irade sarfetmek zorundadırlar. Tıpkı bir kadın işçinin erkek işçiye (ve eşine) göre bir fabrikada ve bir de evde olmak üzere iki vardiyası olması gibi. Sekiz artı sekiz, toplam onaltı saat çalışmak zorunda olması gibi bir durumdur bu. Kadın militanın eğer yaşamında çocuk gibi yeni bir unsur varsa, çalışmasını iki katına çıkarması gerekiyor. Bu gerçeğin bilincinde olmak ve bizzat bu durumun değişmesi için, yükü tek başına omuzlamamak için çok zorlu bir mücadele vermek; devrimci ve sosyalist kadınların izleyeceği yol bu olmalıdır. Yoksa, duruma boyun eğerek, “buraya kadarmış” deyip gerilere savrulmak, işten bile değildir.

Bir başka sorun evlilik ve eş seçimlerinde, evliliğe karar vermede ortaya çıkıyor. Daha çok kadın militanlarda, özelliklemücadeleye yeni giren devrimcilerde sıkça görülen bir durum şu; duyguları, beğenileri yeterince ölçüp biçmeden, gerekli testlerden geçirmeden, karşısındakinin ilgisinden çok çabuk etkilenerek acele bir şekilde evlilik kararı almak; ya da ilgi duyduğu veya belki de aşık olduğunu düşündüğü kişiyi çok fazla tanıma çabasına girmeden, duyguları, yeni bir yaşamı ve yeni zorlukları akıl süzgecinden geçirmeden, isabetsiz ve aceleci seçim yapmak; başlıca hatalı tutumlar. Bir başka ifadeyle, mücadelenin başka herhangi bir sorununda gerçekleşebileceği gibi yüzeysellik, acelecilik ve dış etkilere “hesapsız” açıklık, sonu hüsranla biten adımların atılmasına kolaylıkla yol açabiliyor. Bütün durumlarda, biriyle yaşamı ve sevgiyi, herşeyiyle paylaşmanın ‘artı’ları bir süre için yeni beraberliği sürdürmeyi sağlıyor. Ancak geçen zaman içinde ‘artı'lara dayanarak eksilerle bilinçli bir savaşıma girilemediğinden, hatta çoğu kez böyle bir zorluğun varlığı bile teşhis edilemeden yolun sonuna gelinebiliyor. Ondan sonrası, durumu algılayamamanın ürünü olarak yeni sorunların, ayrılığın acılarının ağırlığıyla dolu süreç yaşanıyor. Aslında biraz da sorun ve önceki durumun kavranamamış olması ve dolayısıyla yeni durumun kabullenilmemesinde yaşanan zorluktur.

Başka örneklerde bu süreçler başka biçimlerde de yaşanabilir. Aşk ve beraberlik kendisini vareden koşulların sonucu olarak bir başlangıca sahiptir. Aynı şekilde, kendini vareden koşullar ortadan kalktığında sonlanacak toplumsal olgulardır. Eğer bu gerçek kavranamazsa yanılgıya düşülür ve ilişkinin sonlanması kişi için kolayca kabullenilmez hale gelir. Doğa ve toplum olaylarına materyalist yöntemle bakanlar, nedense iş özel ilişkiler alanına gelince materyalizmi kolayca unutabilmektedirler. Konumuz kadınlar olduğu için burayla sınırlı kalarak söylüyoruz: Pekçok örnekte tam da böyle bir zaafla yüklü olunduğunu gözlemleyebiliriz. Aşk ya da onun kaynaklık ettiği beraberlik, tek taraflı da olsa herhangi bir nedenle bitebilir. Bitirenle bitirmeyi istemeyen arasındaki çatışma hiç de küçümsenmeyecek boyutlarda yaşanıyor. Nedeni, öncelikle, bu alana özgü sıkça ortaya çıkan ve idealizmin etkisini yansıtan kavrayış eksikliğidir.

Burjuva toplumda tek eşli evlilik “iki tarafın da kolay kolay koparamayacağı” bir bağlılık, daha doğrusu bağımlılıktır. O nedenle toplumda, sıradan insanların yaşamında evliliğin bozulması, ayrılık ve boşanma, özellikle kadınlar açısından büyük acıların, büyük yıkımların ve iki cins açısından büyük çirkinliklerin konusu haline gelir. Kuşkusuz aynı biçimlerde, aynı tonlarda değil ama, ayrılıkların devrimci saflarda da özellikle yeni kadınlar açısından benzer süreçlerle yaşandığı oluyor. Bir ilişkinin bitiş nedenleri bir ihanetin ürünü olabilir, duyguların ölmesinin ürünü olabilir ya da yaşanamamış süreçlerin yıpratıcı etkilerinin ürünü olabilir, anlaşmazlık ve uyumsuzlukların ürünü olabilir. Bir ilişkinin bitişinin nedenleri elbette sorgulanmalıdır. Nedenler arasında burjuva dünyaya ait olgular/nedenler yargılanmalı da. Gerekli sonuçlar ve geleceğe ve başka ilişkilere ışık tutacak dersler de çıkarılmalıdır. Ancak, altını özenle çizmek gerekiyor ki, bu çabanın sınırı iyi çizilmeli ve amacı, bir bitişi ne pahasına olursa olsun önlemenin ya da sağlıksız bir beraberliği sürdürmenin gerekçesi yapılmamalıdır. Her durumda bir son, bilinçli ve yeni kimlik edinmiş kadınların yaşamında çok özel bir önem ve konum kazanmamalıdır. Eğer böyle bir özellik kazanıyorsa, ortada ciddi olarak savaşılması gereken burjuva dünya görüşünün, idealizmin ve burjuva yaşam tarzının biçimlendirdiği kadınsı özelliklerin ciddi etkilerinin taşındığına işaret sayılmalı ve kararlılıkla mücadele edilecek zaaflar hanesine kaydedilmelidir. Sözkonusu zaafı yaratan etkenler, genel olarak toplumsal değerlerin baskısını hissetmek, yalnızlık, kendi gücüne güvensizlik, duygular alanını aşırı abartma ve idealize etmek gibi bir dizi biçimde şekillenebilir. Ya da hayal kırıklıkları, insanlara güvensizliklerin gelişmesi gibi sonuçlara da yol açabilir. İşte; sosyalist yeni kadınların kafalarından, yüreklerinden ve yaşamlarından sürüp atmakla yükümlü sayacakları, eski dünyaya ait duygu ve düşünceler, yaşam alışkanlıklarının örnekleri bunlardır. Onlar için, özel yaşamda ortaya çıkan istenmeyen sonlar ya da acılar savaşarak yenilgiye uğratacakları geçici durumlar olabilmelidir; bundan öteye geçmemelidir.

Burada kendini ve başkalarını yaşanan örnekler üzerinde sorgulama ve eski kimliğe ait marazi hastalıklı kişilik kalıntılarından arındırma sınavıyla karşı karşıya olunduğu bilince çıkarılmalıdır.

Bağımsız kişilik bir bütündür, yaşamın bazı alanlarında ve özellikle mücadele ve örgüt alanında varsa “özel” alanında da vardır. İkinci sinde bir zayıflık ya da zaaf varsa, birincisindeki başarılı çizgi üzerinde de hırpalayıcı etkide bulunduğu, bulunacağı görülüp kavranılmalıdır. Ya da tersinden, özel alanda ortaya çıkan önemli bağımsız kişilik edinme zaafı varsa, bu, diğer alanlarda açığa çıkmamış/çıkarılamamış bir zaafın belirtisi olabilir. Sorgulama buradan da cesaretle yapılmalıdır.

Komünist ve devrimci kadınlar yaşamı bir bütün olarak ele alma, kavganın yükümlülükleri içinde, mücadele yaşamının içinde “özel” olan bölümlerini kendi doğal mevzilerine yerleştirme yetilerini geliştirebildikçe, ufuklarını genişlettikçe, dünden bugüne yaşadıkları sorunların pek- çoğunu yarın yaşayamayacaklar ve yeni kuşaklara yararlanabilecekleri olumlu örnekler, yararlanılabilecek değerli dersler bırakacaklardır.

Burada vurgulamak gerekiyor, bağımsız ve sağlam bir kişilik oluşturmada yine erkek yoldaşlarına göre çok fazla dezavantajları olan kadın militanların yaşadıkları pekçok sorunun, farkların ve bu alanda eksikliklerin karşısında nasıl bir tutum alabildikleri önem kazanıyor. Yani dezavantajların bilincinde ve bunu gözeten bir uyanıklık, “sağ” duyu ve akılcılık içindeler mi? Farklılıkların duygular dünyasında da varolduğunu, kadın ve erkeklerin duygu şekillenmesinin bile önemli farklılıklar gösterdiğini anlayan/ kavrayan kadın militanlar “eski”yi aşmış, yeni kimliği bu boyutuyla geliştirmiş olurlar.

Bir başka zaaflı tutumdan bahsetmeliyiz. Eski kadın kimliğinin tipik özelliklerinden sayılması gereken bazı zaaflı yaklaşımlara sıkça rastlayabiliyoruz.

Clara Zetkin, yüzyılların oluşturduğu “çarpık kadın bilincini” ve “kadın psikolojisini” hesaba katmadan, işçi ve emekçi kadınlar arasında başarılı kadın çalışması yapılamayacağını söyler. Şöyle bir çevremize göz attığımızda, sözkonusu çarpık bilincin ve özel kadın psikolojisinin işçi ve emekçi kadınlar, ilerici aydın kadınlar arasında olduğu gibi şu ya da bu düzeyde yansımalarını devrimci ve komünist saflardaki kadınlarda da gözlemleyebiliriz.

Bu yüzdendir ki, kadınlar arasında komünist kitle çalışmasında özel yöntemler ve özel araçlara ihtiyaç vardır. Kadınlara özel bir yönelim göstermeyen hiçbir siyasal güç, onların özel psikolojileri ve çarpıtılmış bilinçlerini yenecek özel propaganda, ajitasyon ve örgütlenme geliştiremeyen hiçbir parti, kadınları kitleler halinde devrime ve partiye kazanamaz. Tıpkı bunun gibi, devrimci saflarda da kadın militanların yaşadıkları özel durumları ve özel bilinç ediniş kanallarını açıklıkla görüp algılanamadığında, keza, eski kimliklerinin kalıntılarını doğru ve nesnel bir olgu olarak görüp değerlendirilemediğinde subjektivizme düşülür, sorunlar zamanında teşhis edilemez, bu özel duruma karşı da başarılı bir mücadele geliştirilemez. Aşağıda ele alacağımız kimi olgular ve zaaflar, eğer nesnel olarak görülüp değerlendirilemezse, onlara karşı doğru, çözücü bir mücadele de verilemez.

Nedir bunlar? Kısacası söylemek gerekirse; kadınlar arasında kıskançlık çekememezlik, rekabet ve hatta dedikoduculuk eğilim ve eylemlerine rastlanabiliyor. Bu saydıklarımız burjuva düşünüş ve yaşam tarzının kalıntıları. Pek ağza alınmayan ama gerçek olan, kimi olaylarda gözlenebilen, cesaretle savaşılması gereken olgular. Kesin bir sınır koymak doğru olmaz ama, siyasal yaşamın, mücadelenin ve örgütsel alanın bütününde görülebilir, en azından hissedilebilir, ama yine de çok az mücadele edilebilen olgular olduğu da kabul edilmelidir.

Kendi konumuna ve kendi görevine göre başkasınınkini daha çok önemseme, aynı konumda ya da görevde olmama durumu karşısında öznel duygular; kıskançlık, rekabet ve hatta bu duygularla haksız tutumlar geliştirmek, şu ya da bu düzeyde rastlanabilir şeyler. Bunlar burjuva dünyanın izlerinden sayılmalı, görüldüğünde acımasızca mücadele edilmelidir. Sosyalist kadınlar kendilerini, bir başkasıyla, bir başka yoldaşıyla yarış/rekabet içinde bulmamalıdırlar. Onların böylesi yarışlara ihtiyaçları yoktur. Tersine, yoldaşça sevgi ve saygıya ezilen cinse ait olmaları nedeniyle de dayanışmaya ve birbirine karşı daha büyük ilerlemeler için destek ve dayanak olmaya gereksinimleri vardır. Onlar, burjuvazi için, siyasal alanda geçerli olan “bu bir bayrak yarışıdır, hizmet yarışıdır” yalan kültürüyle bağlantılı en ufak bir zaafı kendilerine ve davalarına düşman saymalıdırlar.

Görüyoruz ki, böylesi zararlı eğilimler bir de “özel” alanda ortaya çıkınca tam bir felakete yol açıyor. Birinin ilgi duyduğuna bir başkası daha ilgi duyduğunda, duygular dünyasının bütünüyle rencide olduğu, yıprandığı ve yıpratıldığı, tahammülü çok zor durumlarla karşılaşılıyor. Hele de, duyguların karşılık bulmadığı anlarda yıpratıcılığın boyutları neredeyse siyasal kimlikleri ve konumları zorlar hale geliyor. Duygularına karşılık bulamayan için, elbette, bu - komünist de olsa- zor bir durum doğmuş demektir. Komünistler de insani zaaflara düşebilirler, onlar da sinirlere sahiptir, ama komünist kişilik, yeni kadın kimliğine ne düzeyde sahip olduğu tam da bu anda kendini açığa vurur. Olgun, kendine güvenen bir kişilik, zorluğu -kendi koşulları içinde, tüm acılığına karşın- soğukkanlılıkla yenmeye çalışır. Olayı makul sınırlar içinde trajediye çevirmeden, hele de başkalarına ve onların özel “alanlarına müdahale”ye dönüştürmeden çözümlemeye ve karşılıksız kalan duyguları yenmeye çalışır.

Kuşkusuz burada “mağdur olan” ya da “mağdur edilen” taraf tartışmaları yapmak anlamsızdır. Hangisi olursa olsun, “olanın” yani istenmeyenin, belki de çok kötü ve burjuvaca olanın objektif olarak tespiti kadar, “olmayanın” yani istenenin, iyi ve güzel olduğuna inanılanın arkasından yana yakıla söz etmeme olgunluğuna sahip olmak da önemli. Belki kaba bir benzetme olacak ama, yine de söylemek zorundayız; yaşayamadıklarımızın acısını yaşayanlardan çıkarıyorsak, “sıradanların” davranışlarına düşüyoruz demektir.

Bütün bu örneklerde sayılanların adını dosdoğru koyarsak, bireyciliğin, burjuva mülkiyet hırsının, sahiplenme duygusunun yıkıcı etkileriyle karşı karşıya olduğu açıktır. Sorgulanması gereken; burjuva dünyayla “özel” bir alanda kurulmuş ya da öteden beri varolan bağlardır. Sosyalist kadınlar siyasal kimliklerine denk düşen bir yeni kadın kimliği düzeyi tutturup tutturamadıklarını her önemli olayda sorgulama yeteneği göstermeliler. Sorgulamanın eksi puanlarla biten bütün durumlarıyla cesaretli bir savaşa girebilmelidirler. Onlar özellikle bu alanda geliştirebilecekleri her olumlu pratikle, bütün toplumun önünde, bütün “geride kalanlara”, genç ve deneyimsiz insanlara karşı önemli bir örnek olacaklarını, tarihe ve insanlığa karşı sorumluluklarına uygun davranmış olacaklarını bilmelidirler. Çünkü onlar toplumsal gelişmenin en önünde konumlanma şansını yakalamışlardır, bu şansı kullanarak en önde olmanın sorumluluğuna uygun davranmayla yükümlüdürler.

Bu kapsamda özel ilişkiler alanında ele alınabilecek başka zaaflı davranışlar da hala yer yer görülebiliyor. Örneğin; yoldaşların ya da genel olarak başka kişilerin yaşamlarına aşırı müdahalecilikler görülüyor. Kim kiminle, niye onu seçti gibi hoş olmayan, toplumdaki adıyla, dedikodu sınırlarına sokulabilecek tutumlar sözkonusu. Üçüncü şahıslar hakkında ilgisiz yerlerde konuşmak ya da kişilerin beğenileri ve seçimleri üzerine gereğinin üstünde fikir yürütmeler; bazı örneklerde görüldüğü gibi işi çığırından çıkaran tutumlar, burjuva düşünüş tarzının ve sıradan insanların davranış tarzının devrimci saflarda gerçekleşen biçimlerinden başka şeyler değildir. Eski dünya ve eski kimliklerin baskısı altında kalındığının, onun kalıplarının bütünüyle parçalanıp atılmadığının birer göstergesi olduğunun bilincine varmak ve kendini sorgulamak, bu noktada atılacak ilk adımdır.

“Özel” alan ister kişinin kendine, isterse başkalarının yaşamlarına ait olsun, alışılmış eski kadın ve erkek kimliklerinin dışına çıkmakta adamakıllı zorlandığı anlaşılıyor. Bu alanda alışılmış kalıpları ve işi kategorize etme eğilimleri, öznel beğeniler ve seçimleri her şeyden üstün tutma gibi zaafların varlığı sır değil. Yanısıra, duyguların zenginleştiriciliğini bozan, dejenere eden abartılı duygusallıklara, hırçınlık ve yıpratıcılıklara nispeten kolay düşüldüğü görülüyor.

Aslında bütün olumsuzlukların ortaya çıkması da, yine aynı kaynaktan; burjuva-feodal değer yargılarına, genel geçer kalıplara geleneksele-alışılmışa fazlaca takılıp kalmaktan doğuyor.

Sosyalizm ve dahası komünizmi istemek, yalnızca bir ütopya ya da bir özlem değildir. O sıradan bir işçinin ya da emekçinin yaşamında, burjuva dünyada yaşarken ete-kana elbette cana, kana kavuşamaz. Ama bir komünistin ve sosyalist siyasal kimlik edinmiş yeni kadının (tabi ki erkeğin de) yaşamında soyut değil somutlaşmış, ete-kana kavuşmuş birşeydir. O, siyasal eyleminde olduğu gibi duygular dünyasında da, kendisi dışındaki insanlarla ilişkilerinde de gözle görülür, bazı durumlarda hissedilir, öğelerle somutlaşır. Kuşkusuz, komünizmin unsurları, tıpkı özgürlük gibi, tıpkı yetenekler gibi içinde yaşanılan burjuva dünya koşullarında bir sınırlılık ve her zaman yetersizlik taşır. Ama yukarıdan beri saydıklarımız bu anlamda makul karşılanabilir sınırlılıkların çok ötesinde, kafalarda ve yüreklerde sinsice çöreklenmiş, yıpratıcı ve bozucu burjuva dünyaya ait düşman unsurlardır. Bu tür durumlara karşı mücadele, tam da bu gerçeğe dayanılarak geliştirilebilir. Yani sözkonusu olan, içimizdeki düşmanın ta kendisine karşı mücadeledir.

Yeni kadın kimliği temel ögeleri ile bilinir. Ama o da statik bir şey değildir. Siyasal ve toplumsal gelişmeden bağımsız olmadığı gibi bilinç ve eylemin gelişmesiyle de uyumlu bir değişim ve gelişim gösterir. 150 yıl önce fabrikalarda doğan bu kimlik, zaman içinde kendiliğinden ve doğal niteliğinden çıkıp nasıl ki siyasal ve toplumsal savaşımın içinde şekillendi ve çelikleştiyse bugünden yarına da değişime uğrayacak, yeni yeni unsurlarla zenginleşip yetkinleşecektir. Dolayısıyla, sosyalist kadınların, sürecin her aşamasında kendileri ve bütün açısından “yeni kimliğin neresindeyiz?” sorusunu sorup sorgulama ve değerlendirme konusu yapmaları gerekir.

Aynı şekilde, dün için yeterli olan öge- ler bugünkü sürecin, mücadele ve “özel” alanın ihtiyaçlarına yetmeyebilir. Hele de bugün için çok önemli olanlar, yarın çok yetersiz hale de gelebilir. Dahası yaşadığımız coğrafyada her alanda yaşamın özellikleri ve sorunları bir başka coğrafyada hiçte görülmeyen, yaşanmayan yeni unsurlar ekleyebilir. Yeni kimliği, örneğin, Kürt ulusal başkaldırısı ve savaşta kadınların yaşadıkları, Kürt, Türk ya da başka milliyetlerden işçi ve emekçi kadın kitlelerinin önüne olduğu gibi komünist, devrimci ve yurtsever kadınların önüne de yeni kazanımlar kadar yeni sorunlar, yeni görevler, yeni sınavlar koydu. Bunlardan biri; geleneksel namus kalıpları ve namusu koruma ölçülerinin tepeden tırnağa sorgulanmasıdır. Yaşanan süreç bu alanda özel bir savaş gerektiğini ve ciddi zayıflıklar nedeniyle de günün öne çıkan bir sorunu haline getirdi.

Bu konuda gerçeklerden bir dizi değişimi bir yana koyarak konuşacak olursak; işkence yöntemi olarak tecavüzün bu kadar yaygınlaşması, öncelikle ulusal başkaldırıya kadınların kitlesel katılımının sonucudur. İkinci olarak da toplumsal-siyasal mücadeleye kadınların katılımının yeni bir dalga halinde yükselmesi, öncü ve önder kadınların sayısında hızlanan artıştır. Dün çok yaygın olmayan tecavüz, ona karşı alınacak tutumu ve bunun kadınlarda yol açan/açması gereken düşünsel ve pratik değişimi bu kadar önemli kılmıyordu. Ama bugün tecavüze uğramak, eski alışılmış bekaret ya da kadının taşımakla yükümlü olduğu namus anlayışını da darma-duman etmiştir.

“Kutsal mülkiyetin” nişanesi bekaret ya da cinsel organların korunması yükümlülüğü, bu yeni durumda işkencede tecavüz ya da kirli savaşın bir yöntemi olan tecavüz olayları karşısında, eski anlamını ve önemini yitirmiştir. Bekareti ya da cinsel dokunulmazlığı kaybetme pahasına savunulacak daha büyük değerler vardır, oluşmuştur. Öyleyse artık, bu alanda savaş şiddetlenmiş ve yeni kadın kimliğinin olmazsa olmaz koşulu haline gelmiştir. Artık hiçbir komünist, devrimci ya da yurtsever kadın namus ya da onun toplum bilincinde “en önemli” unsuru olan bekareti savunmaya da koruma sorununa, kirli özel mülkiyet dünyasının değerleriyle eskisi gibi bakamaz. Örnekleriyle görülüyor ki, eski bakış, yani eski dünyaya ait bu bakışa bağlı kalmak, sadece ve sadece uğruna ölümlerin göze alındığı değerlere saldırıya meydan açmakta, düşmana kolaylık sağlama gafletine düşürmektedir kişiyi. Pratik sonuçları itibariyle de davaya onulmaz zararlar getirmektedir. Demek ki, yeni kimliğe dair bir sorun olarak bu güncel gelişme, işkencecilerin ve sömürgecilerin cinsel saldırılarının her türüne karşı, bilinçli, onurlu bir duruş öne çıkarmıştır. Bu noktadan itibaren, yine en öndeki sosyalist kadın kimliğine, tartışmasız herkesin gözleri önünde, önderlik misyonuna uygun bu duruşu eklemekle yükümlüdürler. Burjuva ve feodal mülkiyet dünyasına ait kuşkuları ve kaygıları, namus ve bekaret anlayışlarını geminin bordosundan atmak için cesaretle bir adım öne fırlamak zamanı geldi. Onların artık bu eskimiş korkulara ve değerlere ihtiyaçları yoktur, tüm topluma eski değerleri atıp yeni değerleri kuşanmak da, öncülük yapmak da onların görevleri arasında yer alıyor.

Yeni kimliğin bilinçli ve en ileri temsilcileri olan yeni kadınların, siyasal ve örgütsel alanlarda yaşadıkları sorunlar ya da zorluklar bu yazılanlardan ibaret değil, elbette. Mücadele alanının bütün sorun ve zorlukları, keza örgüt yaşamının bütün sorun ve zorlukları, kadın militanlar bakımından daha da ağır seyretmektedir. Yine onlar, kadın olmanın dezavantajlarını, tarihten gelme eşitsizlikleri ve bunların geri bıraktırıcı, edilgen kılıcı sonuçlarını da yaşamaktadırlar. Bunlar da bilinen gerçeklerdir, ama bu yazının konusu değildir. Mücadele ve parti yaşamının ele alındığı her yazı, her makale ya da inceleme komünist kadınları da birer militan yönetici ya da sıra neferi olarak sorgulamak ta ve değerlendirmektedir. Yazının bu bölümüne komünist kadınların yeni kimlik edinme süreçleri ve genellikle de yeni kimliklerin, özel, özgün sorunları konu olarak seçilmiştir. Bunun nedenine yer yer yazı içinde girildi. Bir kez daha tekrarlayalım; genel olarak yeterince ele alınmayıp, irdelenmemiş özel, özgün kimlik ve kişilik sorunlarının varlığı bu yazıyı yönlendirmiştir. Ancak bu alana ilişkin sorunlarda belli bir sınırlılık içinde işlendiği ve belki de kaynağa dahil edilecek daha derin konulara girilmedi. Bunu da dikkatlere sunalım.

Dipnotlar:

*Marksizm ve Cinsel Devrim, A. Kollontay, Tüm Zamanlar Yayıncılık, s. 83

** Türkiye işçi sınıfına grev hak kını kazandıran Kavel grevinin önemli eylemci kitlesi kadın işçilerden oluşuyordu.

‘70’lerin işçi hareketinin bütün saflarında da ka dın iş çiler önemli roller oynadılar.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi