Bir Kitap İncelemesi: Güzellemeler Arasında "Harcanan Hayatlar" Serenadı

E Yayınlarının bu yıl ikinci baskısını yaptığı, “Önce Kadınları Vurun” kitabının bu sıralar oldukça revaçta olduğu biliniyor. Gazeteci Eileen Mac Donald’ın kitabı, 1960’ların sonundan başlamak üzere bir dönemin ulusal kurtuluş ve devrimci savaşımlarında yer alan kadınlarla yapılmış ve yaşamlarının bir dönemini sorgulayan/sorgulatan söyleşileri kapsıyor. Ekim ayında da Pazartesici feministler, dünkü süreçte tanınan, bilinen kimi siyasi kimlik sahibi kadını ele alan yazılar yayınladılar.

Gerek İngiliz gazeteci Eileen Mac Donald gerekse feministler bir dönemin kahramanlıklarına ya da siyasal kişiliklerine güzellemeler yapıyorlar. Ama amacın güzellemeler arkasına gizlenerek asıl olarak bir başkaldırı sürecini ve sürecin kahramanlıklarını, postmodern yaklaşımlarla, globalizm cereyanına tutulmuş pespaye liberalist fikirlerle yıkayıp yummak, bütün devrimci özünden yalıtarak bir kez daha pazarlamak olduğu anlaşılıyor. Ne de olsa burjuvazinin şu sıralar gözde eylemi, bu bir dönemin devrimci kahramanlarını içi boş bir çuvala döndürerek para kazanma, yeniden moda oldu. Che kampanyası hatırlansın. Burjuva kampın bilumum yetenekleri, bir kez daha en çok korktukları düşmanlarını zararsız aziz ve azizeler yapmak için uğraşıyorlar.

Marksizm-leninizmden verilen her ödün burjuva ideolojisini güçlendirir. Bu doğru, yaşam tarafından yüzyıllardır durmadan doğrulanıyor. Ama daha genel bir şey söylemek istiyoruz. Devrimcilikten her ödün, devrimciliği her bozma girişimi, özel olarak politikada karşıdevrimi güçlendirir. Bu bakımdan Eileen Mac Donald’ın kitabı önemli. Çünkü hem ele aldığı örneklerle siyasi mücadelenin içindeki kadınları olumluyor gibi görünüyor, hem de ideolojik ve politik planda burjuva görüşlerin yaygınlaşmasını çok özel bir tarzda ve yoğunlukta gerçekleştiriyor. Ele aldığı kişiler önemli örnekler. Çünkü bunların bazıları, bir dönemin kahramanlık simgeleri ama çoğunluğu sonraki yaşamında devrimcilikten savrulmuş ya da öncesinde işkencede çözülmüş, yoldaşlarına ihanet etmiş ve hatta düşmana teslim olmuş kişiler.

Daha önemlisi, yazarın genel olarak devrimci gelişmelerini bireysel terörizm çizgisinde gerçekleştirmiş ve madalyonun ikinci yüzü olan teslimiyete düşmüş örnekleri ele almasıdır. Onun, devrim ve devrimcilik adına yalnızca küçük grupların şiddet eylemlerini, ama özel olarak bireysel terörizm çizgisini sunması, devrime ve devrimci yaklaşımlara karşı güvensizlik ve inançsızlık geliştirme amacını anlaşılır kılıyor.

Aslında Eileen Mac Donald’ın seçtiği sal' net. O burjuvazinin son siyasal egemenlik biçimi olan faşizme ve faşizmin kahredici, yok edici uygulamalarına, işkencelere ve zindan politikalarına karşı. Ama o, mevcut düzende radikal bir değişikliğe, devrime ve devrimci yaşamlara da karşı. Çünkü öncelikle bu yaşamları oldukça tehlikeli ve acılı buluyor. Devrimciliğin bir şeyler elde etmeye yarayacağından şüpheli. Devrimci şiddet için, herhangi bir ayrım gözetmeksizin, en azılı faşistlerle ortak bir niteleme kullanıyor: Terörizm. Terör, terörist, terör eylemlerinin canına kıydığı masum çocuklar, pişmanlık ve harcanan yaşamlar, Eileen Mac Donald’ın kitabının argümanları. Bu yüzden konuştuğu kişilere vicdan muhasebesi yaptırıyor.

Kitaba biçilen rol ile gerçekleşecek olan örtüşmeyebilir; ama biz kitabı önemli kılan nedenlerle ele almayı gerekli buluyoruz.

Pazartesici feministlerse, toplumsal işlere soyunarak, “evini-işini-kariyerini-oğlunu ihmal eden” Behice Boran’ın ardından ağıt yakıyor. “Ne pahasına” sorusuyla reddettiği, Behice Boran'in aktif siyasi yaşamı, ihmal edilen ise özel yaşamı oluyor. Yani Behice Boran "boşa harcanmış bir yaşamın” sahibi onlara göre. Buna bir de tanık buluyor ve konuşturuyorlar. Tanık, ölüm yıldönümü anmalarına bile katılmayan "ihmal edilen oğul”. Bu görüş açısıyla onlar her türlü toplumsal işlevi ve içeriğini iğdiş ederek “reddeden” Madonna’yı olumluyorlar. Burjuva-feodal değerlerin bekçiliğini yapmak üzere "toplumsal işlevlere soyunan” Diana’yı ise reddediyorlar. Böylece, siyasal arenayı terk etme çağrısının yaygınlaşmasına, "kişisel mutlu" yaşam masallarını arama ortaklığını geliştiriyorlar.

Özetle her iki görüş açısından egemen yan, toplumsal işlevleri, (bu toplumsal işlevin içeriğinin ne olup olmadığı tartışma konumuz açısından pek önemli değil -PD) gerçekleştirirken uygulanan bireysel terör yöntemlerinin ağır sonuçlarından yararlanarak mahkum etmeyi, özel olarak devrimci şiddeti yadsıtarak pişmanlık duygusu geliştirmeyi deniyor. Bir ölçüde bazı istisnaları var bunun. Biri, Pax Americana yoluna sokulan Filistin’den Leyla Halid ve bugünlerde aynı sonla yüz yüze olan IRA’lı Rita O'Hara.

Eileen Mac Donald’ın konuştuğu kadınları sorgulaması daha çok kadınlık ve analık durumları üzerinde yoğunlaşıyor. Bu da onun, sınıfsal ve ulusal kavgaların uzağında dingin limanlar aradığını, kadınları çağırdığı yerin de asıl olarak burası olduğunu gösteriyor. Şimdi sırasıyla ele alalım. Bir halk deyişi vardır.

Söyleyene değil, söyletene bak. Biz de öyle yapacağız. Söyleyene değil, söylenene bakacağız.

“Erkek İşi”ne Soyunan Kadınlara Güzellemeler

Eileen Mac Donald kitabına konu ettiği kadınlarla niçin ilgilendiğini şöyle açıklıyor:

"Şiddet içeren saldırıların erkekler tarafından yapıldığını sanıyordum... Ama içine girdiğim grupta kadınlar hem çoğunluktu, hem de önderdiler. Oysa ki kadınlar için ’destekçi ya da erkeklerin kız arkadaşları rolü' oynadıkları yazılıydı”. Gerçeğin böyle olmadığını öğrenen yazarın ilgisini “erkek egemen çevrelerde başarılı olan kadınlar” çekiyor. Yani, yazarın ilgisi, kaba halk deyişiyle, “elinin hamuruyla erkek işine karışan”, üstelik başarılı olan kadınlara yönelik.

Bu ilgi onu IRA'lı, ETA’lı, FKÖ’lü, Kızıl Tugay ve RAF’lı kadınlarla konuşmaya götürüyor. Yazarın ilgisini çeken bu kadınlar ama, söyleşilerin içeriğini, söz konusu kadınların siyasi kimliği, siyasi geçmişleri ve eylemleri dolduruyor, kaçınılmaz olarak. Yazar ne kadar kadınlık durumuyla ilgilenme ve söyleşileri buraya doğru çekmeye uğraşsa da, öyle olmuyor. Ve onları anlamayı deniyor. Denemenin sonucunda bir ölçüde bundan olumlu biçimde etkileniyor. Örneğin, söyleşiler içinde terör ve terörist sözcüğüne karşı Pavlov’un köpekleri misali koşullanmayla dopdolu olduklarını keşfediyor (!) “Tamam, vahşi olduklarını biliyoruz. Ama onları ‘hor görmek yerine anlamak gerek’tiği”ni haykırıyor adeta. Kuşkusuz onları anlamayı deniyor, denemenin sonucunda kimin terörist olduğuna karar verme işini, tarihe havale etmek zorunda kalıyor.

Eileen Mac Donald’ın kadın ile şiddet çelişkisi hakkında arayışı sürüyor. Bunun için kriminal suçlar denen cinayet, gasp vb. suçlarla ilgili çalışmaları gözden geçiriyor. Bu önemli.

Emperyalist burjuvazi, sistemin bekası için her seferinde alttakileri kolay yönetme yolları bulmaya çalışıyor. Ezilen sınıf ve katmanların bilinç ve yaşamlarını iğdiş edecek pek çok metot buluyor. Bunlardan biri, toplumsal-iktisadi sistemden kaynaklanan “suç”ları, toplumsal niteliklerinden arındırmak, bir nevi sapkınlık derecesine indirgemek amacıyla kriminal suçlar kategorisi oluşturmaktır. Kapitalist sistemin bağrında yeşeren cinayet, gasp vb. eylemlerden sonra düzene ve siyasal sisteme karşı gelişen, özellikle bireysel şiddet eylemlerini kriminal suçlar adı altında, bu bir nevi sapkınlık olarak görülen kategoriye sokuyorlar. İşte yazarımız da bu tür polisiye incelemeleri tarıyor. Kriminal (yani bir bölüm adli suçlu) kişiler üzerine yapılan incelemelerde, yumuşak karakterli olması gereken kimi kadınlarda, kromozom dengesizliğinin sonucu olarak “evrimleşmede gerilik doğduğu, bunun da onları erkeksi kıldığı”nı öğreniyor! Tabi bu durumlarda, “erkek egemen alanlardan biri olan şiddet kullanımında yer alan kadınlar” ancak böyle bir sapmaya uğrayan kadınlar olmalı!

İlginç olan, Eileen Mac Donald’ın yaptığı söyleşilerin hiçbirinde sözü edilen incelemeye ait bulgulara rastlayamaması. Konuştuğu kadınlar, burjuvazinin çokça propaganda ettiği sapkın tiplerden çok çok uzak. Normal, doğal, inançlı, inançları sarsılmış, muzaffer/yenilmiş, kavgaya devam eden ya da etmeyen tipler, ama herhangi bir "kriminal” bulgulardan yoksunlar. Yine de bu incelemeyi yapmak, yazarın teröristlere karşı tutumunu değiştirmesini sağlıyor. Teröristleri “hor görmek yerine, anlamaya çalışmaya” karar veriyor ve herkese de bunu öneriyor.

"Terör kötü, ama teröristler o kadar da kötü değil, hatta teröristler de insandır. O halde onları terörist kılan nedenleri anlamaya çalışmak gerek" ana fikrine saplanan yazar, bunun sonucunda teröriste sempati duymakla suçlanacağını biliyor. Ama o. "olmayan bir canavar imgesiyle paniğe kapılmaktansa” terörist sempatizanı suçlamasını yeğlediğini açıklıyor. Bu durumda demokratça davranabildiği için biz de onu kutluyoruz. Fakat bu kısa sürüyor. Çünkü yazarın, yazı boyunca terör, terörist ve terörist kadınlar üzerine eski önyargılarını pek atamadığına tanık oluyoruz. Siyasi-ideolojik duruşunun, burjuva liberalizmi olduğunu her an görüyor ve hissediyorsunuz. O yüzden devrimci şiddet eylemlerine artık girmeyen Leyla Halid ya da açık kitle örgütlerinde çalışan Rita O’Hara’yı kutsamakta, yani siyasal faaliyet alanlarını ve özellikle de içeriğini değiştirenleri kutsamakta.

Bu bir yere kadar doğal. Ama yine de konu, kadınların devrimci şiddetle yaşanmış ilişkilerini anlamaya ve anlatmaya gelince, burjuva-gerici ön yargılar sökün ediyor. Yazar, kadınlara bir türlü böyle hareket etmeyi yakıştıramıyor. Yalnızca o da değil, uçak kaçırma, bombalama ve suikast gibi eylemlerde yer alan kadın militanların, masum insanlara zarar vermelerini affedemiyor. Hatta sık sık kendisini, bu teröristlerin büyüsüne kapılmamak için uyarıyor. Örneğin en çok beğendiği Leyla Halid’i dinlerken ulaştığı sonuç; “yaptıkları zalimceydi ve bundan hoşlanıyordu" oluyor. Sonunda, "Eylemleri tersini gösterse de, Leyla Halid'in zalim ya da kalpsiz bir insan olmadığı sonucuna vardım” diye de ekliyor.

Yazar, "bir dava için zalimlik yapanların çoğu erkek” diye düşünürken bize, Batı Almanya’nın, silahlı antiterör müfrezelerindeki askerlere verilen, "önce kadınları vurun” emrini aktarıyor. Kadınların neden öncelikle vurulmaları gerektiğini Alman istihbaratçısı şöyle açıklıyor: "Kadın teröristler çok daha kişilikli, daha güçlü ve daha enerjik. Öyleyse hayatı veren için önce kadınları vurmak akıllıcadır." Aynı istihbaratçılar, ele aldıkları olguyu tahlil adına saçmalamayı sürdürüyorlar. Eileen Mac Donald'ın aktarımlarından görüyoruz ki, söz konusu istihbaratçılara göre kadınlar, "ya çok çirkinler ve dikkat çekmek istiyorlar, ya çok güzel ve ahmaklar, Carlos gibilerin cinsel çekiciliğine" kapılarak "teröre" bulaşıyorlar. Bunlar; “ya gizli uyumsuzlar, ya da yanlış adama çatmış sevimli küçükler.”

Evet, yorumlar böyle. Yani, kadınlar, hem çok kişilikli ve güçlüler hem de en pespaye zaafların sahipleri! Üstelik iki ayrı kategoride toplanan bu özelliklerin tümü “birden" ya da “tek tek”, “terörist” olmanın zemini oluyorlar. Yazar yorumsuz aktardığı bu fikirlerden sonra, kendi psikolojik tahlillerini anarak, dikkatleri, iktisadi-toplumsal ve siyasal nedenlerden uzaklaştırmayı deniyor. Onun gerekçeleri, daha çok kadınların analık durumuyla ilgili. Ama bazı çok popüler gerçeklere başvurmaktan geri duramıyor. Bir dönem bireysel terör çizgisinde devrimci mücadelede yer almış kadınların tutarsızlıklarını ele veren açıklamalardan da yararlanıyor.

Bu söylenenlerde anlaşılmaz bir şey yok.

Zira antiterör tim istihbaratçılarının söyledikleri, burjuvazinin devrime ve devrimin örgütlü kuvvetlerine karşı kullandığı kirli savaş yöntemlerinin bir parçasından başka bir şey değil.

Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Coğrafyamızda siyasi polisin eline düşen tüm militan devrimci kadınlar işkencecilerin kirli psikolojik savaşıyla karşılaşmışlardı. Güzellik, çirkinlik, kadın-erkek ilişkileri, duygular alanı işkenceci cellatların ilk ağızda saldırı alanlarıdır. Dolayısıyla bu birkaç cümlede, faşizmin ırkçı, cinsiyetçi, kafatasçı saldırganlığı görülebilir. Bunlarla kadın devrimcilerin onurunu kırıp duygularını yaralamayı ve psikolojik olarak çökertmeyi amaçlarlar. Kuşkusuz saldırı bunlarla sınırlı değildir. Kadın cinselliği ve analık işkence çeşitlerinin başlıca konularından biridir her zaman. Kadınların tecavüze uğrama korkusunu ya da anneyse çocuklarını koruma kaygısını bilirler ve özel bir tehdit olarak kullanırlar. Yine erkek militanların eşlerine tecavüz edilmesi korkusunu bilirler ve buradan saldırırlar.

Burjuvazi kendisi gibi düşünmeyi sürdürdüğünden kendi görüş açısını devrimci kadınlara da mal ediyor. Cinsel tercihler, özel beğeniler ya da kompleksler, ona göre, kadınların devrimci saflara akışı için birer gerekçe. Dediğimiz gibi, yazar bu iddiaları yorumsuz sunuyor. Ama, bir zamanlar devrimci kahramanlıklar göstermiş olanlar için, “terörist dünyasını çekici kılan” unsurlar bulmaya çalışmadan da geri duramıyor.

Temel yorumu şöyle: “Özgürlük savaşçısı, terörist dünyasını belirli bir sahte parlaklığın çevrelediğine kuşku yok. Toplumun bütün normlarını küçük gören ve haklılığına tutkuyla inandığı için umarsız görünen bir dava adına hayatını tehlikeye atan birinde çekici bir şeyler vardır. Bu tür figürler hepimizin içindeki isyancıya hitap eder, tehlikeli oldukları için sınırların dışına çıkmışlardır”. Yazar örnek olarak, “en güçlü devrimci” fotoğraflarını sayıyor: “Banka soygununda bayrak önünde silahıyla duran Patty Hearst, kalaşnikofun sert çeliğini kavramış, başı alçakgönüllülükle örtülü Leyla Halid, meydan okuyan tavrıyla Ulrike Meinhof...” Devamla, Alman RAF üyesi olmaktan ceza alan Astrid Proll'un konuyla ilgili şu sözlerini aktarıyor: “Dünyadaki en fantastik şey bir rock yıldızı değil, bir devrimci olmaktır, bunu anlamalısınız.”

Özetle Eileen Mac Donald, bir dönemin adı duyulmuş devrimcilerini ele aldığı bu kitapta, tüm çabalarına karşın ırkçı-faşistlerin terörizm ve terörist üzerine tezlerine, kadınlar özelinde popülerlik ve çekicilik ölçüleriyle eklemlenmekten kurtulamıyor. Öncelikle, devrimci savaşları kendi toplumsal maddi gerçeklikleriyle ele alamadığı için devrimci savaşımlara bireysel terörizm çizgisinde de olsa katılmış devrimci kadınların gerçekliğini doğru anlayıp doğru aktaramıyor. O yüzden, hala kadın devrimcileri erkeklerle ve çocuklarıyla ilişkileri bağlamında değerlendiren toplumsal önyargıların karşısına, bu kapsamda izlenimlerini çıkarmakla yetiniyor: "Bu kadınları aşırı duygusal ve erkeklere karşı tutkularının kurbanı görenler pek de haklı değildir” diyor.

Yazar sözlerini, tüm toplumsal önyargıların bir toplamı olan şu soruyla tamamlıyor: “Bir kadını varsayılan rolünden bu kadar uzaklaştıran neydi?” Soruya yanıt aramak üzere önce adı duyulmuş bilinen pek çok kadın hakkında çıkan yazıları okuyor, yorum ve araştırmaları inceliyor. Yaşamları hakkında edindiği bilgilerle eski önyargılarına bilinen kuşkuları ekleyerek görüşmelere başlıyor. Hiç değilse birkaçının şeytani görünmelerini bekliyor. Ne yazık ki görüştükleri, “yalnızca korkutucu ve ürpertici olmamakla kalmıyorlar, çoğunluğu rahatsız edici derecede normal'' görünüyorlar ona.

Şimdi de yukarıdaki soruya bulduğu yanıtlara bakalım.

Neden Terörist Oldular?

Görüşmeler boyunca terör ve terörist üzerine burjuva düşünce tarzı ve önyargıları yazarın yakasını bırakmıyor. İlk soruları, kadınların hangi etmenlerle devrim saflarına katıldıkları ve örgütleri içinde erkeklerle ilişkilerin eşit olarak düzenlenip düzenlenmediği üzerine yoğunlaşıyor.

İlk konuştuğu ETA’lı kadınlardan bu konuda aldığı yanıl yazarı tatmin etmiyor. ETA’da kadınlarla erkeklerin eşit ilişkiler kurduklarına dair açıklama da öyle. Zaten o şiddet yanlısı bir hareketin üyesi olan birine, neden öldürdüğünü ya da terörist olduğunu sorunca açık cevaplar alacağını “hemen keşfettiğini” söylüyor: “İngilizleri defetmek için”, “kendi vatanımızı kurtarmak için”, “devrim yapmak için" gibi. Ele aldığı sorunun esasını oluşturan yanıtlar onu tatmin etmiyor ya da onun ilgi alanına bunlar girmiyor. “Şiddete uzak durması gereken” kadınların nasıl olup da “buralara düştüğünü keşfetmek” için hileli sorular sorduğunu baştan açıklıyor. Ve şöyle devam ediyor. "Bu nedenle şiddet hakkındaki duygularını, düşüncelerini sorarak kadınları savaşlarından ayırmaya çalışmam gerekiyordu." Kadınları savaşlarından ayırma yöntemi, burjuva gazetecilik tarzının demagojiden çarpıtmaya kadar bir dizi kirli yöntemi içeren ve öteden beri bilinen bir unsuru. Uyanık gazeteci Eileen Mac Donald böyle yaparak sözüm ona gizli gerçekleri açığa çıkarıyor, “terörist kadın” görüntüsünün arka planını ortaya seriyor. Kitabın bütünü okunduğunda, iddiasına rağmen hile, çarpıtma ve demagojik sorularla kendi hedefine ulaşamıyor. Yani gerçekten inançlı ve kararlı kadınları, mücadele saflarında bir biçimde var olmayı sürdüren kadınları savaşlarından ayırmayı başaramıyor.

Egizan adlı kadın örgütünde çalışan bir kadınla görüşüyor. ETA’nın siyasi kadın örgütlenmesinde yer alan Begone, kardeşi Yolanda ise Hem Batasuna'lı. Tutsaklara Af grubunda çalışıyor. Her iki kardeş ülkelerindeki baskıyı, devlet terörünü ve ulusal haklarına sahip olamadıkları gerçekliğini savaşçı olmalarının nedenleri olarak sayıyorlar.

İspanyol egemen sınıf çıkarlarının bir gereği olarak işgal ve ilhak edilmiş Bask’ta, Franco rejiminin yıkılışından sonra da durum değişmiyor. Türk burjuvazisinin liberal eğilimlerinin ara sıra “Bask modeli çözüm” dedikleri, bu işte. Bu çözüm yeni bir çözümsüzlüktü. Bu yeni duruma karşı ETA önderliğinde ulusal mücadele yeni bir yükselişe geçmekte gecikmedi. Yazarın konuştuğu kadınlar işte bu yeni mücadele döneminin kadın savaşçıları.

Biri, niçin savaşçı olduğunu şöyle açıklıyor: “Ergenlik çağındayken Bask halkının gördüğü adaletsizlik ve baskının farkına vardım, ancak 24 ya da 25 yaşında örgüte girdim." Ekliyor; "Tanıdığım bir erkek örgütün üyesi olduğu için içine girdim. Bu durumda yazar, kadınları savaşlarından ayırma taktiğine başvuruyor ve “erkek arkadaş” sorgusu yapıyor hemen: “Birçok ETA kadınının silahlı eyleme bu şekilde girip girmediklerini” soruyor. Yanıt şaşırtıcı. Çünkü karşısındaki, bunun çok saçma fikir olduğunu, tanıdığı erkeğin de anladığı anlamda değil, sadece bir arkadaş olduğunu anlatıyor. Yine de bu açıklamanın kamuyu ikna edemeyeceğini düşünüyor yazar. Kadın militan kendi yaşadıklarından yola çıkarak erkeklere bir şey kanıtlamak zorunda olmadıklarını açıkladıktan sonra temel bir fikre vurgu yapıyor: "Devrimle toplumu değiştirmeyi planlayan öncü de ilk planda kadınlara karşı tutumunu değiştirmek zorundadır. ... diyebilirim ki devrim evde başlar.”

Ulusal mücadelenin o süreçteki düzeyine bağlı olarak kadınların henüz sokağa çıkıyor olmasıyla bağlantılı olarak ETA’da kadın militan sayısının az olduğu verdikleri bilgiler içinde. Örgüt içinde kadın ve erkekler arasındaki ilişki tarzına dair sorunların bitmediğini bu açıdan kadınların ve erkeklerin hala daha eğitime ihtiyaç duydukları, ifade ettikleri arasında.

Neden terörist oldular sorusuna yanıt ararken, onların yaptıkları eylemlerden pişmanlık duyup duymadıklarını ya da herhangi bir duygusal tepkisini ölçü olarak ele almaya çalışıyor. Örneğin, ETA’lı Amaia’yı “bombayla insan öldürme konusunda neler hissediyorsun” sorusuyla yokluyor. Buradan çıkarmaya çalıştığı esas sonuç, ne ölçüde katil ve acımasız biri olduğu. Aldığı yanıt onu, Amaia'nın acımasız gerillayı oynarken gerçeği gizlediği düşüncesine götürüyor. Daha doğrusu, o, bütün çabasını görünenin arkasındaki zaafın ne olduğunu çıkarmaya hasrettiği için, her şeyi bir zafiyet belirtisi saymaya hazır. Amaia’nın ruh halinin birdenbire “kabadayılıktan umutsuzluğa kaydığını” tespit ediyor. Yazarın bu tespiti doğru da olabilir. Bundan siyasi kadın kimliğine dair ne gibi özel sonuç çıkarılabilir? Hiç. Çünkü sayısız örnekleriyle yaşamın kanıtladığı bir gerçek var, bireysel terörizm ve kahramanlık madalyonun bir yüzü, moral bozukluğu, pişmanlık ve hatta ihanet diğer yüzüdür. Amaia’nın, soruya yanıt verirken zorlanması ve “bu görüşmeye kendimizi hazırlamadık” demesi, pekala böyle de yorumlanabilir. Ama Amaia’nın yeni bir tarzda mücadeleyi sürdürüyor ve sürekli kontra tehdidi altındaki bu yaşamı göze alıyor olduğu gerçeğini göz ardı ederek yazar kendi ruh haline ve kafasına uygun sonuçlar üretmekle uğraşıyor. Bir sonraki görüşmede yakaladığını düşündüğü zayıf noktadan onlara yüklenmeyi sürdürüyor. Israrla eylemlerin yarattığı suçluluk duygusuyla nasıl başa çıktıklarını soruyor. Yanıt olarak bir başkası, “devrimci eyleme atıldığı zaman suçluluk duygusu duyman gerekmez” deyiverince, kuşkusu güçleniyor. Amaia ve Alazne cinayetler işlemişlerdi, bundan dolayı suçluluk psikolojisi içindeler, gerçek düşüncelerini açıklamaya da yetkili değiller!

Bütün bunlardan ne çıkıyor? Şu; aslında bu kadınların pek çoğu devrimci yaşama bilinçli kararlarla değil, değişik etkilerle katılıyorlar. Arkasını da getiremiyorlar. Her ne kadar kaçınma çabasında olduğu gözlense de yazar, bilinen o en klasik burjuva-feodal önyargıyı bir kez daha konuşturuyor: Şiddet (onun kastettiği devrimci şiddet eylemleri) kadınlara göre değil, onların kanma girenler oluyor. Eğer yazar, kapitalizmin çürütüp kokuşturduğu toplumsal yaşamda geri-feodal değer yargılarıyla kucak kucağa kapitalist özel mülkiyet ahlakının “katil” ya da “canavar” ettiği milyonlarca kadın gerçeğinin perdesini aralamış olsaydı, onların “kanına giren” zabıta/asayiş değeri olabilecek unsurlar üzerine tartışabilirdik. Ancak konumuz o değil. Gazeteci Eileen Mac Donald, ezilenler dünyasına ait sınıfsal ya da ulusal savaşımlara katılan kadınları tartışıyor ve tartıştırıyor. Ve bu tartışmayı kötü ünlü önyargılarla ve burjuva liberal görüş açısıyla yapıyor. Oysa ki sorular ezilenler/ezenler arasındaki sınıfsal ve ulusal savaşımlar zemininden sorulmuş olsaydı, kadınların durumları ve eğilimleriyle işkenceci ya da faşistlerin kadınlar hakkındaki görüşlerini de gerçek zeminde tespit edebilirdik. Yani, zulmün ve sömürünün faşist gericiliğin, işgal ve ilhakçı sömürgeciliğin bütün şiddetiyle sürdüğü günümüz emperyalist kapitalist dünyasında, bütün bunlara karşı dünyanın dört bir yanında sınıfsal ve ulusal savaşlar sürüyorken, kadınların buna katılımının artmasından daha doğal ne olabilir? Bunlar ilerici antifaşist, antisömürgeci ya da proleter sosyalist gibi değişik süreçler ve değişik nitelikte savaşlar olabilir. Ya da marksist-leninist partilerin önderliğinde olabileceği gibi küçük burjuva devrimci veya ulusal devrimci partiler önderliğinde de olabilir, fark etmez. Sonuçta toplumun yarısı olan kadınlar bütün bu savaşlarda etkin olarak yer alacaktı. Kaldı ki, bir toplumsal hareketin başlıca belirtisi veya başarısının başlıca ölçütlerinden birinin kadınların katılım düzeyi olduğu çoktan kanıtlandı. Gazeteci yazar, hala bu gerçekliğe gözü kapalı ve bilgisizce yaklaşıyor.

Diğer bir nokta şu; farklı devrim stratejileri, değişik devrim planları çok farklı mücadele ve örgüt biçimlerini gerektirir. Eileen Mac Donald, genel olarak küçük burjuva devrimci ve ulusalcı örgütlerin yapısında çarpışmış kadınları ele alırken bilinçli bir seçim yapıyor. Kendi görüş açısına göre tartışma yapabileceği zemini bulduğu için yapıyor bu tercihi. Ancak biz biliyoruz ki, bu tercih yalnızca bir tip devrimci kadın sunmaktadır. Büyük çoğunluk sınıfsal ve ulusal savaşımın değişik biçimlerinde ve değişik alanlarında yer almıştır, almaktadır. Grevlerde, sokak gösterisinde, işçi direnişlerinde ve ayaklanma örneklerinde ya da intihar eylemlerinde onurla, direngenlikle yer almayı sürdürüyorlar. Bizi bunlar ilgilendiriyor. Bugün Eileen Mac Donald’ın anlamakta zorlandığı devrimci şiddet, büyük bir gereklilik, dahası zorunluluk olarak savaşlarda yerini alıyor ve rolünü oynuyor. Bundan vazgeçilmesini isteyenler, en iyi olasılıkla, sınıflı toplum ve devlet gerçeği ile sınıflar savaşının (daha genel ifade edersek ezenler ve ezilenler arasındaki savaşın) mantığını kavramamakla, iğdiş etmekle suçlanabilir ve suçlanmalıdır.

Özel mülkiyete dayalı kapitalist sistemde, sömürücü sınıf devletinin baskı ve zorun, sömürgeciliğin katmerli yaşandığı bu dünyada gazetecinin deyimiyle yanıt verelim; kadınların “terörist” olmasından daha doğal ne olabilir? “Terörist” olmak hem bir sorumluluk, hem bir görev, hem kutsal bir mertebedir. Bunun arkasında devrimi gerekli kılan, yaşadığımız dünyanın toplumsal maddi gerçekliği vardır. Bunun arkasında; Mac Donald’ın aramaya çalıştığı kadınlık, dişilik, analık güdüsü vb. değil, toplumsal sorumluluk ve insanlığın büyük geleceği için kendini feda ruhu vardır.

O halde sonuçlarından bağımsız olarak devrimci savaşımla geçmiş hiçbir yaşam harcanmış değildir. Aksine, zulmün ve sömürünün olduğu bu dünyada devrimci olmayan, devrim için yaşanmayan hayatlar boş, anlamsız ve de harcanmış hayatlardır. O yüzden, toplumsal saikler çok önemlidir. Siyasal etkinlik içinde olmak çok önemlidir. Bilincine varıldığı andan itibaren, dünyayı değiştirme eylemine girişmekten daha soylu bir davranış olamaz. Bedeli, işkence, zindan, ölüm, evsiz, çocuksuz, eşsiz kalmak fark etmez, ne olursa olsun devrim, yani başkaldırı; insan soyunun hiç vazgeçmediği bir eylem olmayı sürdürecektir.

Analık, Kadınlık Ve Savaşçılık: Harcanan Hayatlar

Gazeteci-yazarın Leyla Halid ve Rita O’Hara ile söyleşilerinin önemli bir bölümünde analık duyguları, kadınlık (evlilik) durumu ile silahlı/silahsız savaşımda tuttukları yerin ilişkisi sorgulanıyor. Söyleşiler boyunca analık güdülerinin yazarın yürüttüğü polemikler ve yorumlamaların merkezindeki bir konu olarak seçilmesi çok da normal. Başından beri E. Mac Donald’ın özel ilgi alanı olması nedeniyle bu böyle sürüp gidiyor. Devrimi ve devrimci yaşamı seçmek, yaşanılan iktisadi-toplumsal ve siyasal süreçlerin bir sonucu, maddi kaynağını buradan alan bir olgu olarak görülmeyince başka türlü bir fikre ulaşmak la imkansız olurdu. Ya aşık olunan bir erkeğin peşinden sürüklenilmiş olunur, ya yalnız kalmanın sonucu olur ya da mücadeleye bulaşmış çocukların peşi sıra girilir. Mücadele biçimleri içindeki roller de aynı şekilde savaşımın doğal gereklerinden ziyade kadınlık durumunun olanak ya da olanaksızlıkları içinde değerlendirilir. Örneğin o, silahlı eylemlerde kadınların yer almasını, kadınların yaratacağı popülariteden yararlanmayla açıklamaya çalışır.

Yine o, çocukların geleceğini kurma düşü ile bugün herhangi bir eylemde çocukların yaşamını yitirmesinin bağını kuramaz ve devrimci eylemlerin “büyük çelişkileri”ni keşfe durur.

Ama onun daha çok öne çıkarmaya çalışarak, zımnen ifade ettiği şey; ezilen cins olarak kadınların bir tür kendilerini ispatlama yolu olarak devrimcilik yapmayı seçtikleridir. Silahı kavrayışlarındaki kararlılık ya da bir olayda/eylemde sonuna kadar büyük bedelleri göze alarak gitme tutumunu da böyle değerlendirir.

Örneğin Leyla Halid'le konuşmasında şimdi geçmişte kalan uçak kaçırma döneminden yola çıkarak, kadınlar için “silahın gücü ve verdiği yetkiyi daha çok takdir ediyorlar" yorumunu yapıyor.

Kadın-erkek farklılığı ve analık duygusu E. Mac Donald’ı bir iz gibi takip ettiği için, Leyla Halid’in devrimci savaşı seçişinin göz çıkarır açıklıktaki siyasi-toplumsal nedenlerini irdelemeye yönelemiyor. Onun yerine, Leyla ve diğer başka örnekler üzerinden giderek, sık sık anne koruyuculuğu tespitini yapıyor. “Anne babanın ölümü, tutuklanması, hastalığı devrimci harekete katılmalarında önemli etkendir." Leyla için baba, zaten pek belirli olmayan bir varlık ve Filistin’den göçten sonra da tümüyle kayboluyor. Geri döndüğünde sadece bir sakat. Yazara göre Leyla vatanını yitirmiş, bütün yaşamı işgalci siyonistlerin eline düşmüş, bu nedenle ulusal bağımsızlık ve vatanı için savaşmaktan başka bir hayatı seçmesinin hiçbir anlamı olamazdı. Bu çok açık gerçeğin yanında, Leyla’nın düzene, saldırı isteği duymasında hareketi seçmesinde bir etken olarak babasının sakatlığını göstermeye devam etmesi, onun çıplak gerçeklerden korkusunu da ifade edebilir. Yine onun, geç yaşta çocuk sahibi olmasının yol açabileceği duygusal titreşimleri, Lübnan’da süren siyasal çalışmalarıyla çocuklarının bakımı arasında bölünmesinin sıkıntılarını, -ki bunlar gerçeklerdir- bütün İntifada kadınlarında izlediğini ifade ettiği ana koruyuculuğu duygularını ısrarla dile getirmesi de, soruna bakışındaki’ çarpıklıkların sonucu olarak görünüyorlar. Daha önemli olanı şu; niçin bütün bu olgular ve duygular kadınlara ait ve onların hareketini yönlendiren etkenler olarak görülür? Aslında burada bir ölçü olduğunu da sanmıyoruz. Ama söylenebilecek tek şey, yine de burjuva dünya görüşü içinde kadınların en zayıf, en duygusal ve en özverili -aptallık düzeyinde- olmalarına dair önyargıların sürüyor olmasıdır.

Gerçek olan, yüzyılların ezilen cinsi kadınların, özel mülkiyete dayalı sınıflı toplum yaşamında geri kaldığı, “zayıf yaratık”lar olarak şekillendikleri, bir dizi köleleştirici önyargının etkisi ve baskısı altında olduklarıdır. Devrimci savaşı seçmek, aynı zamanda bu duruma karşı da bir başkaldırıdır. Bu sürecin devrimci savaşla birlikte tamamlanması olanaksız olduğuna göre, değişik yansımaları, koşullarını buldukça ortaya çıkacaktır. Ahlaki/moral değerlerden anne-çocuk ilişkisine, aşk ilişkisinden cinsel yaşama kadar bir dizi alanda eski değer yargıları ve alışılmış zaaflar bir çırpıda yok edilemez. Karşıdevrim güçlerinin saldırılarına göğüs germede zaafa düşülebilir. Devrimci siyasal yaşam, dünyaya karşı, sınıfsal düşmanlara karşı bu alanda da bir savaşımdır. Kalıntılar işler, eskiye karşı savaşın hiç ihmal edilemez savaş konusu olmaya devam ederler. Bu bakımdan gerek Eileen Mac Donald’ın ele aldığı örneklerde gerekse de ele almadığı örneklerde sözü edilen etkenler ya da zayıf noktalar tespit edilebilir.

Büyük devrimci dalga anlarında devrimci savaşın “büyüsü”ne kapılan, değişik nedenlerle devrime koşan pek çok unsur olacaktır. Bunlar, kolay zamanların devrimcileridir. Diğer taraftan Lenin’in dediği gibi toplumsal savaş karmaşık bir durumdur. Bir ordu safa girip, “ben sosyalizm istiyorum’’, diğeri safa girip “ben kapitalizm istiyorum” diyerek savaşa tutuşmuyorlar. Milyonlarca insan çok değişik duygu, düşünce ve özlemlerle savaş alanına akıyor. Bunlar hem devrim saflarına karışık eğilimleri taşır hem de örgütsel yapıda bozulmalara yol açarlar. Keza, devrim dalgası geri çekildiğinde onbinler, yüzbinler, milyonlar, onlara, yüzlere en fazla binlere doğru çekilir. Kitlesel savaşım örneklerinde çokça görülür. Bu durumlar, savaşın grupsal ya da bireysel biçimlerinde daha özgün, daha rafine bir şekilde ortaya çıkabilirler. Önemli olan, her örnekte esas olanın altının kalınca çizilebilmesidir. Ama gazeteci-yazar, diyalektik materyalist yöntemi kullanmak bir yana, burjuva önyargılarının tutsağı olmaktan kurtulamadığı için objektif zeminde kalmıyor, esası tespit edemiyor. Esası bulmak gibi bir derdinin olmadığı da söylenebilir. Onu daha çok ilgilendiren yan unsurlar, sansasyonel ve popüler olaylar ve tabi ki sansasyonel yorumlardır. Örneğin. Leyla’nın babasının durumundan bir etken olarak söz etmenin başka bir anlamı olamaz. Kimi burjuva yorumcular da Lenin’in harekete katılışını, narodnik ağabeyinin idamı ile açıklamaya çalışmışlardı.

Yazar, aynı şekilde Leyla'nın çocukları ile ilişkilerini de sorgulamaya çalışıyor. Ona, “yaşadığı en zor görevin anne”lik olduğunu itiraf ettiriyor. Çok geç çocuk sahibi olmanın yaşamına kattığı büyük zorlukları, çocuklarını koruma güdüsünü Leyla Halid’in siyasal mücadele yaşamının aldığı biçimi açıklamada önemli birer etken gibi sunmaya çalışıyor. Oysa ki, esas olarak Leyla Halid’in siyasal mücadeleye katılımının biçiminden değil, ama içeriğinin değiştiğinden söz etmek gerekiyor. Leyla Halid için İntifada’nın Ürdün’deki cephe gerisinde çalışmak dünkü mücadele sürecinden kopuşmak anlamına gelmez. Ortada bir kopuşma var, o da siyasal mücadelenin biçiminde değil, içeriğinde.

27 yıl önce Leyla Halid, devrimci çizgide bir ulusal hareketin, mücadelesinin asıl biçimini devrimci şiddet eylemlerinin oluşturduğu bir savaşım içindeki militandı. Ama bugün Leyla Halid, işgal altındaki Filistin topraklarında onyılların biriktirdiği, olgunlaştırıp var ettiği İntifada’nın meyvelerini toplayarak oluşan bir Filistin devletinin Ürdün’deki siyasi kadrosu. Ama ne Filistin devleti devrimci bir devlet, ne Leyla devrimci ulusalcı bir kadro. Yeni dünya düzeni ve ABD’nin Pax Americana adı verilen “barışı”na boyun eğerek varlığını sürdürmekteler. L. Halid, “eski günler geçmişte kaldı, şimdi önemli olan İntifada” derken, Amerikancı barışın parsayı topladığı İntifada’yı anlamıyoruz. Onun kastettiği İntifada, yeni dünya düzeninin “barışı”nı korumaya çalışan hareket, sınırlı özerklik düzenidir. Bu öyle bir düzen ki, Leyla Halid’in vatanına dönmesine bile olanak tanımıyor. Onu Ürdün’de çadır bozması kasabalarda yaşam sürdürmeye mahkum ediyor.

Leyla Halid, Filistin devriminde bir dönemin kahramanıdır. Hem bütün dünyada, devrimci bir simge, hem “bu devrimde kadınlar da var” dedirten devrimci bir simgedir.

Gazeteci Mac Donald aslında ne bu kahramanlığı ne de Filistin halkının dünyanın gözü önünde defalarca katliamlara hedef oluşunu ve onurlu savaşını anlayabilmiş değildir. Dolayısıyla Leyla Halid’in savaşın bir kesitinde oynadığı rolü de, ancak burjuva basının magazin haberciliğine konu olabilecek yanlarıyla ele alıyor. Dünkü devrimci çizgiyle bugünkü yeni dünya düzenine boyun eğen teslimiyetçi çizginin farkını kavrayamadığından, daha doğrusu bugünkü çizgiden yana durduğundan Leyla Halid’in bugünkü durumunu ve eylem biçimini “orta yaşı” ve “çocuk sahibi olması”yla da açıklamaya çalışıyor.

Leyla Halid’in devrimci şiddet eylemlerinde yer aldığı zamandaki duygu ve düşüncelerini yine annelik duygularıyla açıklamaya çalışıyor. Şöyle aktarıyor. Leyla kaçıracağı TWA uçağını beklediği Roma Havaalanı’nda küçük bir kızı görünce vicdanı sızlıyor. Ama göçmen kamplarındaki çocukları düşününce bundan kurtuluyor! Bu yavan yorumlara kapılmayarak söz konusu tavırların analık duygusuyla değil, dosdoğru insani ve dahası politik kaygılarla ilişkili olduğunu anlayabiliriz.

Yine uçakta yanında oturan Yunanlı, 15 yıldan sonra annesini görmek için Yunanistan’a döndüğünü söyleyince, aynı duyguyla şoka giriyor. Bu şoktan da görevinin anlamını düşününce kurtuluyor. Leyla Halid “görevimi kusursuzca yaptım” dediğinde, yazarın, o anda gördükleri nedeniyle kararsızlığa düşüp eylemden vazgeçmiş olmasını çok istediğini algılıyorsunuz. O, uçak kaçırma eylemi sırasında personele ve özellikle “masum” yolculara uygulanan “terörü” bir türlü affedemiyor. Yazar, Leyla Halid’in bir dönem “canavarlıklar” yaparken ne kadar sakin olduğunu anlayınca/öğrenince hayal kırıklığına uğruyor adeta. Leyla Halid bir militanın soğukkanlı ve kararlı olmasının temelini yalın bir şekilde, “özgürlük savaşçısı olmak”la açıklıyor. (Bu açıklama yazarı biraz aydınlatıyor!!) Ama o yine de İsrail Siyonistlerine duyduğu kini, Filistin semalarında kaçırdığı İsrail uçağıyla siyonistlerin saldırı tehdidi altında havaya uçurarak meydan okumasının anlamını ve önemini asla anlayamıyor, algılayamıyor. Ama lütfedip, Leyla’nın bütün yaptığı “zalimliklere rağmen, "zalim ya da kalpsiz olmadığı" sonucuna varıyor. Ölçüsü; 40 yaşını aşmış bir kadının yumuşaklığı, analık duyarlılığı!...

Annesinin Leyla’nın cezaevinde erkekler bölümünden alınmasını gerek görmemesini, annenin Jeanne Darc gibi cinsiyetini aşmasıyla açıklıyor. Oysa ki Leyla’nın annesinin tutumunun nedeni, sürgüne mahkum edilen bir ulusun başkaldırısının yarattığı özgürleşmedir. Kızıyla gurur duymasının nedeni de bu kimliktir ve bu, bir cinsiyete aidiyetin çok üstündedir.

Özgürlük savaşçısı olunca, kendi cinsiyetinize dair özellikleri ve cinsiyetinize biçilmiş rolü, köleliği aşarsınız. Kürdistan’ın özgürlüğü için dağa çıkan, bomba olan kadın gerillaları gözlerinizin önüne getirin. Ya da işkencehanede tecavüz saldırısına boyun eğmeyen kadın militanları hatırlayın. L. Halid’in ve o somut anda annesinin yaptıkları tam da budur. Yazar söyleşinin başında Leyla Halid’in yaşamını anlatırken, başlangıçta annesinin, kızlarının ulusal kurtuluş savaşma katılmasına karşı çıktığını da öğreniyoruz. Son tavrı ise, ananın başkaldırının etkisiyle özgürleştiğinin kanıtını sunuyor bize.

Yazarın kadın cinsine dair önyargılarından kurtulamadığını, bu önyargılarla söyleşiler yaptığını başka örneklerle de görüyoruz. Örneğin yine BASK’lı eski gerilla kadınlarla yaptığı söyleşinin bir yerinde işkenceci kadınların, erkeklere göre daha zalim olduğunu beyan ettiklerinde onların işkenceci kadınlar hakkında aynı küçültücü ifadeleri kullanmalarını hayretle karşılıyor. Ve “kadınlar nasıl işkenceci olabilir?” sorusunu onlarla paylaşırken, yine sınıfsal bir görüş açısını değil cinsiyetçi görüş açısının etkisini konuşturuyor.

Eylemci kadınların erkeklerden daha acımasız olduğunu düşünüyor. Görüştüğü antiterör timinin şefi de aynı fikirde. Ama, BASK’lı bir direnişçi ona, bunun polisin fikri olduğunu söyleyerek uyarıcı oluyor.

Gazeteci Eileen Mac Donald, analık ve kadınlık durumu üzerine sorularıyla IRA’lı Rita O’Hara’nın söyleşisinde de duruyor. Daha doğrusu, o, Rita’yı devrimci mücadeleyi seçme yükümlülüğü ile çocuklarının sorumluluğu arasında bir yerlerde konumlandırmaya çalışıyor.

Yazarın IRA’lı bir kadın gerilla hakkında düştüğü önemli not, onun, silahlı bir eylemi hakkında. Bir Sinn Fein mensubu kraliyet yanlısı paramilisler tarafından öldürülür. Buna misilleme olarak IRA da Ulster savunma bölgesinde askerlik yapmış olan bir Kuzey İrlandalıyı öldürmeye karar verir. Eylemi gerçekleştiren söz konusu kadın militandır. Yazara göre bu asker masumdur ve onu öldüren kadını neyin harekete geçirdiğini merak eder. “Tanrının izniyle yeni bir yaşam yaratabilen bir kadının, masum bir kurbanı öldürebilecek kadar nefret dolu olmasına inanmak çok güç.” Yazarın bu merakını aslında kadın militan hemen gideriyor; İngiliz askerleri gelmeden önce (Ulster Savunma Bölüğü bunlardan biri -PD) her şey iyiydi. Katoliklerle Protestanlar birlikte yaşayabiliyorlar. “Onlar gelmeden önce, bizim Protestan çocuklarıyla oynamamıza izin verilirdi, onların 12 Temmuz şenliklerine katılırdık. Askerler geldikten sonra, artık böyle olmadı, topluluklar bölündü.” Sözde, “Katolikleri Protestan pisliklerinden korumak için” Kuzey İrlanda’ya gönderilen İngiliz ordusu, Katoliklere vahşice davranması nedeniyle, Protestan egemenliğini inşa etmek üzere gelmiş bir işgal ordusu olarak görülmeye başlar.

Diğer işgale uğramış bütün ülkelerin halkları gibi İrlanda halkı da kralcılardan yana Protestanları korumak için geldiği söylenen İngiliz ordusunun gerçekte İrlanda halkını sömürgeleştirmeye geldiğini görmüştür. IRA’lı militan kadını ve diğer bütün İrlandalı kadınları da bu savaşa sokan neden, işgal edilmiş bir ülke ve sömürgeleştirilen bir halk gerçeğidir.

İngiltere Krallığı ile İrlanda arasındaki savaşın 400 yıllık tarihi var. Oysa kitabın ele aldığı dönem 1969’da başlıyor. 400 yıldır İngiltere İrlanda adasını ve nihayet Kuzey İrlanda’yı sömürgeleştirmeye çalışıyor. Marks, İrlanda'yı incelediği, sömürge siyasetini ve sonuçlarını tartıştığı yazılarında, “İngiliz gericiliğinin bütün kökleriyle İrlanda’nın sömürge boyunduruğunda tutulmasına bağlı olduğu”nu söyler. Marks, O’Hara’nın savaşa katılışından yüzyıl önce, İrlanda’da gelişen ulusal hareketi destekleme görevini, İngiliz işçi sınıfının önüne koyar. Ve hatta, “artık İngiliz işçi sınıfının kurtuluşunun İrlanda’nın bağımsızlığına bağlı hale geldiği”ni yazar.

Ama aradan geçen yüzyılda İngiliz işçi sınıfı, ne kendisini ve kendisiyle birlikte bütün ezilenleri kurtaracak bir devrim yapabildi, ne de İrlanda halkının sömürgeci İngiliz yönetimine karşı kurtuluş mücadelesini kayda değer bir düzeyde destekledi. Bugün hala ne İngiltere halkıyla birlikte İngiliz işçi sınıfı kurtuldu, ne de Kuzey İrlanda halkı sömürgeci boyunduruğu fırlatıp atabildi. Ama serbest kapitalizm emperyalizm aşamasına yükselirken başlayan ulusal (burjuva) mücadele alçalıp yükselmeler gösterse de hiç kesilmedi. ‘60’lar ve ‘70’ler boyunca süren yeni devrimci ulusal kurtuluş dalgasında İrlanda halkı da yer aldı. Bugün Pax Americana barışı dayatılan sömürge halklarından biri de İrlanda halkıdır.

İşte Rita O'Hara ya da diğer IRA'lı kadınların savaşa katılımlarını gerektiren koşullar bunlar. Ulusal bağımsızlığın öncüsü IRA'lı militanlar içerde, dışarıda ve her yerde İngiliz gericiliğinin özel saldırı politikalarına hedef olmaktadırlar. 1976 yılından bu yana İrlanda cezaevlerinde hücre tipi cezaevi saldırısıyla başlayan direniş ve 1982’de 12 IRA savaşçısının ölümüne yol açan ölüm oruçları hep bu sömürgeci politikaya karşı yürütülen kavganın birer parçasıdırlar.

Kadınların her zaman etkin olarak ulusal kurtuluş mücadelesinde ve IRA’da yer aldıkları gerçeğini anlamak ve kabul etmekte zorlanan gazeteci Mac Donald, görüştüğü her kadına bunu soruyor. Nihayet bu gerçeği kabul etliğinde bu sefer onların eylem tarzını, eylem biçimlerini “canavarlık”la mahkum etmeye çalışıyor. Bu kadınların katıldığı eylemler karşısında korkudan titrediğini ifade ediyor sık sık. Yine de, “karşılaştığım kadınlar canavar değildi. Bazıları dostçaydı, bazıları değildi, fakat hepsi sıradan insanlardı” şeklinde itiraflarda bulunuyor. İngiliz bir gazeteci olarak IRA’dan çok korkuyor ama IRA’lı kadınlarla görüşünce, IRA’nın hedefinin “İngiliz halkı değil, İngiliz çökerler olduğunu”(!) fark ediyor.

Görüştüğü bir kadın militanı ilk tarifi onu ele veriyor: “Rahat ve kendine hakim görünüyordu, benden daha sakin duruyordu... kayda değer derecede dürüst görünüyordu... görüşmeye iyi hazırlanmış ve kendini adamış bir kişiydi. Aslında ondan hoşlanabilirdim. Sonra birkaç İngiliz askeri için mayın döşediği gece dondurucu soğuğu anlatınca, onun kaç kişiyi öldürdüğünü ve kaç kişi daha öldüreceğini merak ettim.”

Ondan, gerilla kamplarında kadınlarla erkekler arasındaki ilişkileri, eğitim koşullarının ve sayılarının eşit olduğunu öğreniyor. Ve ailesinin mücadeledeki yerine yaklaşımını merak ediyor. Aldığı “Annemle babam hayatım konusunda kaygı duymalarına karşın ne yaptığımı ve ardındaki nedenleri anladılar” yanıtı onu biraz şaşırtıyor.

Yeraltı yaşamının zorlukları ve sorunlarını merak ediyor, sıkıcı olduğunu ve “toplumsal yaşama katılım olanaklarını sınırladığını öğreniyor. Ama bunun yanı sıra, IRA gönüllüleri arasındaki büyük yoldaşlık duygu ve ilişkilerinin varlığını, bir savaşçının kendine ait ev imajını yitirerek pek çok yeri, eşyayı hatta giysiyi kullanıma açık bulmasını ilgi çekici buluyor. Ama yeraltı yaşamının sınırlılıkları dolayısıyla “yaşanamayana duyulan özlemler”le daha ilgili. “Yapmak istediğim bir şeyi özlediğimi sanmıyorum” diyen savaşçıya inanmadığını ifade ediyor. Yani, o illegal devrimci yaşamın kısıtlayıcılığının teknik mantığını anlasa da, büyük bir dava uğruna kelle koltukta yola çıkanların başka birçok şeyden feragat etmesinin özünü algılayamıyor. Feragat duygusunu belli ki bir zaaf belirtisi sayıyor.

Yaşamını toplumsal devrime ya da ulusunun bağımsızlığına adayanların yaşam tarzları elbette yazara yabancı. Ama onun anne-çocuk, kadın-erkek ilişkilerinin durumuna bu denli önem vermesi, toplumsal ve kitlesel haklı savaşların artık gereksiz hale geldiği yönündeki görüşüyle ilgili. Zira o da, coğrafyamızdaki feministler gibi bu kadınların ve çocukların yaşamlarını harcanmış sayıyor. Çocuklu kadınların savaşçı olmasını onaylamıyor. O yüzden olsa gerek içerdeki annelerin çocuklarına dışarıda bakacakların bulunması halinde, IRA’nın kadınların anne olmasına “itiraz etmemesi” gibi şeyler, geçerken verdiği bilgiler olarak kalıyor.

Rita O’Hara ile yaptığı söyleşi bu bakımdan oldukça ilginç. Çünkü Rita 1968 kuşağından. Hem öğrenci, hem eylemci, aynı zamanda üç çocuklu evli bir kadın. Gençliğinde komünist olan bir babanın kızı. Evlerinde cumhuriyetçilerinki hariç bütün politikalar “özgürce tartışılıyor” ve Rita, İrlanda hariç tüm devrimleri biliyor. Cumhuriyetçilerle tanışıp “sivil haklar” hareketinde çalışmaya başladığında, devrim gümbürtüleri duyuluyor, dünyanın her yerinde. “İktidar namlunun ucundadır” sözünün belki de en revaçta olduğu zamanda, yazarın aktardığına göre, “doğrudan eylemin tek yol olduğuna yönelik kararıyla bir anne olarak yükümlülüklerini kıyaslamak zorunda” kalıyor. Hem anne hem de savaşçı rolünü başarıyla yürüteceğini düşünüyor ve sokaklardaki savaşa katılıyor. O günlerde devrimci savaşa farklı farklı saiklerle katılımlar olduğunu şöyle açıklıyor: “İnsanların o günlerde hayli umutlu görüşleri vardı. Her şeyin çok hızlı olacağı düşünülüyordu... Her şey harikaydı, çok gülerdik. Fakat elbette yaratılan tarihin ortasında olmak çok güçlü bir duyguydu.”

Tarihin hızlı yapıldığı bu yıllarda erkeklerin çoğu ya hapse giriyor ya da gözaltında bulunuyor. Kadınlar bu durumda harekete daha etkin katılmayla yüz yüze geliyorlar. Onlar da “sokağa çıkıyor", savaşa hakkıyla katılıyorlar. Bu gelişme IRA’nın kadın üyelere karşı yaklaşımını değiştirmesine neden oluyor. Hareket içindeki ayrı kadın bölümleri IRA’nın merkezi yapısıyla birleştirilir ve kadınlar gerilla savaşının ihtiyaçlarına göre düzenlenir.

Çıplak sömürge yasaları o zamanlar İrlanda’da uygulanıyor. Gal oyunu sopası bir silah olarak değerlendiriliyor ve hapsi gerektiriyor. Aynı şekilde, sıradan bir kürk yakalı asker ceketi de savaş ceketi sayılıp hapisle cezalandırılıyor, Rita O’Hara da böyle bir nedenle 6 ay hapis yatar. Daha aktif mücadeleye de bundan sonra başlar. Bir çatışmada ağır yaralanır, o durumda, çocuklarını düşünür. Yazarın aktardığına göre, “ölmemeli eve gitmeliyim” der. Yazarın buradan çıkardığı sonuç şu; “öyle görünüyor ki, çocuklar kötü anlarında bir kadın savaşçıya engel olmak bir yana, avantaj bile olabiliyor”. Hastanede kendisine yapılan kötü muameleyi ve mahkeme koridorlarında, kendisine ve çocuklarına ölüm tehditleri aldığını anlatıyor. Ve işte o andan itibaren, çocuklarını koruma duygusu her şeyi bastırıyor. IRA’nın “Kuzey’de kal” tavsiyesine uymayarak, çocuklarıyla birlikte Güney’e, Dublin’e kaçıyor. Bundan sonraki mücadelesi genel olarak silahlı biçimin dışında yasal, yarı yasal bir hatta sürüyor.

Mac Donald’ın kadınların hareket içindeki durumlarını özel olarak çocuklarla ilişkisi üzerine oturtan yaklaşımına belki de en iyi örnek Rita O’Hara’nın durumu. Bu onu bir ölçüde doğrulasa da, buradan genel bir değerlendirme yapmasına haklılık kazandıramıyor. Üstelik Rita O’Hara da çocuklarını ön plana alır gibi göründüğü her durumda o yine de savaşın içinde bir biçimde yer almayı sürdürüyor. Vietnam’da kadınların sırtlarında çocukları, omuzlarında ise silahlarıyla Amerikan emperyalizmine karşı savaşın içinde yer alışları belleklerde hala.

Mac Donald, çocukların varlığı ile savaşa katılım arasında onca çelişki arayışını boşa yapıyor. Onu. İntifada kadınları bir kez daha yeniyor ve itirafa sürüklüyorlar: "Çocuklarına kuşkusuz tapan Filistinli kadınların, çocuklarını yalnızca taş ve sopalarla silahlanmış olarak İsrail’in askeri gücüne karşı savaşmaya nasıl yolladıkları bir paradoks. Belki de Nadia’nın dediği gibi bunun nedeni en değerli çocuğun intifada olması."

Mac Donald’ın kitabı yine de birçok konuda bilgi sunan, okunup incelenmeye değer bir kitap. Örneğin, kitapta son 20-30 yılın sınıfsal ve ulusal mücadeleler sürecinde devrimle karşıdevrimin çatışma alanlarından biri olarak hücre tipi cezaevlerinin tarihçesi hakkında önemli bilgileri bulabilirsiniz. Hücre tipi cezaevlerinin Batılı emperyalist ülkelerde bile, burjuvazinin faşist siyasal eğiliminin iktidar noktaları olarak örgütlendirildiği, buna itirafçılık ve teslimiyetçilikle başlatılan kontralaşmanın eklendiği görülebilir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi