Siyasal İslamın Gelişimi Ve Güncel Durumu

Türkiye’de siyasal islam, cumhuriyet tarihinin bütün süreçlerinde değişik düzey ve biçimlerde siyasal gündemin sürekli bir tartışma konusu olageldi. Dini gericiliğin coğrafyamızdaki güçlü etkisinin yanında, siyasal islamın gelişmesi, talep ve hedefleri de, siyasal islamı toplumsal/siyasal yaşamın sürekli bir gerçeği haline getirdi. Konjonktürel bir özellik taşıyarak inişli çıkışlı bir gelişme gösteren islami hareket, ‘80’li yıllar boyunca ve ‘90’ların ortasına kadar hızlı yükselişini sürdürmüş, birkaç yıllık yakın dönemde ise, gerileme sürecine girmiştir. Siyasal islamın gelişmesi kadar gerilemesi de, içte ve dışta ortaya çıkan değişikliklerin etkisinden ve siyasal islamla egemen devlet erki ya da MGK arasındaki ilişki ve çatışmadan bağımsız düşünülemez.

Dünya genelinde siyasal islam gerilemekte, bunun bir parçası olarak Türkiye’de siyasal islam da benzer bir süreci yaşamaktadır. İslami kökten dinciliğin dünya genelinde gerilemesi dönemi karakterize eden unsurlardan bir tanesidir. Bu süreç henüz tamamlanmadığı gibi, bütün boyutlarıyla açığa da çıkmış değildir. İran bu bakımdan tipik bir örnektir. ‘79’da islami devrimle iktidara gelen kökten dincilik, 18 Şubat 2000’de parlamento seçimlerinin muhafazakar mollaların hezimetiyle sonuçlanması kökten dinciliğin yenilgisini perçinlemiştir. Bu gelişmenin verileri, ‘97 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ve ‘99 yaz aylarında radikal öğrenci ayaklanmasında ortaya çıkmıştı. İran’daki gelişmelerin bölgedeki ve Türkiye’deki siyasal islami hareketleri etkilememesi düşünülemezdi. Çünkü İran islam devrimi bölgede kökten dinciliğin gelişmesinde, pazarlanmasında ve desteklenmesinde çok önemli bir yer tutmuştu.

Siyasal islam ve şeriat, gerek iktidar, gerekse muhalif olduğu ülkelerde gerici, yasakçı pratiği ve uygulamalarıyla teşhir oldu, itibar yitirdi. İran, Afganistan, Sudan, Suudi Arabistan yönetimlerinin gerici ve halk düşmanı uygulamaları; Cezayir’de toplu katliamlar gerçekleştiren islami güçler (FİS), Mısır’da turistlere, sıradan insanlara ve öğrencilere suikast düzenleyen Müslüman Kardeşler, İsrail’de rastgele sivil yerleşim alanları ve mekanlara bombalı saldırılar düzenleyen Hamas Örgütü, Rusya’da Çeçen milislerinin Rus ordu sunu aratmayan sivil katliamları, Türkiye’de Hizbullah’ın mezar evleri; iktisadi politikalar bir yana, siyasal islamın insanlığa, işçi ve emekçi yığınlara reva gördüğü yönetim biçimi ve uygulamaları sergilemeye yeter.

Uluslararası ve bölgesel düzlemde kökten dinciliğin gerilemesinde İran somutunda yaşanan yenilginin dışında farklı bir dizi nedenden söz etmek mümkündür. Fakat Türkiye somutunda siyasal islamın gerilemesi kadar geriletilmesinden de söz edilmelidir. Birçok bakımdan iç içe geçmiş bu iki unsurun her birinin hangi düzeyde etkide bulunduğu ayrıca değerlendirilmelidir. Faşist MGK’nın 28 Şubat kararları ve MGSB’yle siyasal islamın ‘iç tehdit” ‘Öncelikli tehlike’ kapsamına alınması, geriletilmesinin de başlangıç noktasını oluşturuyordu. Gelişmenin yönü, içeride ve dışarıda siyasal islamın aleyhine değişmektedir. Evrensel ve bölgesel planda kökten dinciliğin gerilemesiyle 28 Şubat kararlarının çakışması, siyasal islamın gelişme olanaklarını tıkamış, saldırı pozisyonundan savunmaya çekilmesini ve adım adım gerilemesini sağlamıştır. 28 Şubat kararlarıyla siyasal islamın önü kesilmeseydi, hükümet olanaklarını da kullanarak bir süre daha, sınırlı da olsa gelişmesini belirli bir düzeyde sürdürebilirdi. Burada önemli olan nokta, doğal seyri ile gelişme ya da gerilemesine fırsat vermek sizin 28 Şubat süreciyle geriletilmesidir.

Somut olarak siyasal islamın gerilemesi faşist ordu ile iktidar çatışmasının bir sonucu olarak gerilemeyle iç içe geçmişse de, kendi iç dinamikleriyle gelişmesinin de sınırına dayanmıştı. Her ne kadar generaller 10 yıl içerisinde siyasal islamın oy oranının yüzde 45’lere ulaşarak ‘tek başına iktidar olacağı’ndan söz etseler de, bu, daha çok, siyasal islama dönük saldırıda pozisyonunu güçlendirme ve meşrulaş tırma amacı taşımaktadır.

Türkiye’de dinsel gericilik toplumsal dokuya derinlemesine sirayet etmiş bir olgudur. Dinin toplum üzerindeki yoğun etkisi, gelenek- görenekler, kadercilik, güçlüye tapma vb. değer yargıları ve toplumsal olgularla da iç içe geçmiştir. Daha da önemli olarak ekonomik-toplumsal ve siyasal yapı, nesnel olarak islami şeriatçı akımların gelişmesine kapalı değildir.

Yüzyılların medrese, okul, ibadet mekanları, toplum, aile vb. alanlarda oluşturduğu, yerleştirdiği miras, gelenek, alışkanlık, kültür ve toplumsal bilinçlenme; buna devletin resmi din politikası eklenip düşünülürse, dinin en küçük toplumsal hücrelere sindiği, sirayet ettiği daha rahat anlaşılır.

Türkiye’de ve Kürdistan’da, kapitalizmin gelişmişlik düzeyi geri, dengesiz ve çarpıktır. Kırsal nüfus hâlâ önemli bir oranı teşkil eder. Ara katmanlar nüfusun hâlâ önemli dilimini oluşturuyor. Bir bakıma Türkiye, küçük burjuvalar ülkesidir. İşçi sınıfı, gelişmişlik ve nitelik düzeyi zayıf, kırsal bağları önemli bir kesimin şahsında devam eden; bilinç, örgütlenme ve mücadele gelenekleri çok güçlü olmayan po zisyonuyla yapısal ve güncel zaafiyetler taşımaktadır. Kırdan kente göç, kapitalizmin gelişmesine bağı olarak özellikle ‘80 sonrası dönemde yoğunlaşarak devam etmekte, büyük kentlerin etrafından gecekonduların, varoşların sürekli büyümesini sağlamaktadır, İşsiz, güçsüz, kırsal yaşamın gelenekleri, kültürü, özellikleri ve değer yargılarıyla, şehirlerin yaşam özellikleri, kültürü ve değer yargıları arasında boca layan, tepkisel, oturmamış büyük bir nüfus birikmektedir. Kapitalizmin gelişmesi, toplumsal yapıyı çözmekte, toplumsal farklılaşma ve sonuçları da çok değişik biçimlerde yaşanmaktadır.

Böylesi sosyoekonomik ve sosyo -kültürel olguların birleşmesi, her türden ideolojinin gelişme ve kendine sınıfsal -toplumsal taban bulma olanağının nesnel zeminini sağlamaktadır. Bu gerçeklik, siyasal islam bakımından da geçerlidir. İslami ideoloji ve politika, daha çok kırdan kopup kente yerleşmiş, kapalı toplum yaşamı ve kültürü, manevi dünyası sarsılan yığınlarda, küçük burjuvazi, orta burjuvazi, kırsal nüfus gibi daha çok ara katmanlar arasında toplumsal tabanı bulmuş kitle gücünü genişletmiştir. Emekçi semtlerdeki işsiz, aç ve tepkili kesimler ve gençlik içerisinde siyasal islam güçlenmiştir. Uluslararası düzeyde ve coğrafyamızda yaşanan örnekler göstermiştir ki, siyasal islamın işçi sınıfı içerisinde gelişme olanakları sınırlıdır.

Ayrıca dinsel gericilikle siyasal islamın ayrımının doğru yapılması önemlidir. Bu ikisinin farklı olması bir tarafa, toplumsal algılayış bakımından da nereye oturduğunun tespiti gerekir. Toplumsal yapımız üzerindeki dinsel gericiliğin etkisi yaygın, derinlikli ve güçlüdür. Yüzde 99’u müslüman söylemi abartılı ise de, çok büyük bir kesim dinle bir şekilde bağlantılıdır. Fakat dinsel gericiliğin etkisinde olan toplum gerçeği ile siyasal islama eğilim duyan kitle arasında derin bir uçurum vardır. Toplum, en geniş anlamda ifade etmek gerekirse, dinle siyasal islamı birbirinden ayırmaktadır. Büyük bir kesimi islam dinine inanmakta, fakat şeriat devletini ya da dinin siyasete karışma sını istememektedir. İslamiyet gibi siyasal alandan yalıtılması daha zor olan ve bu yüzden, ileri sürdüğü taleplerle kitleleri siyasallaştırma potansiyeli güçlü bir din açısından bu ayrımın önemi artmaktadır. Sosyoekonomik bakımdan çok da gelişmemiş, geri toplumlarda dinin siyasal seferberlik gücü daha da yoğun bir rol oynayabilmektedir. Türkiye’de dinsel fanatizmin ve kıyıcılığın çok değişik örnekleri tarih sel süreçlerde yaşandı. Siyasal islam, dinsel gericilik zemini üzerinden yükselmiş fakat toplumun geniş kesimlerince var olan dinle siyaseti birbirinden ayırma bakış açısı da, siyasal islamın gelişme potansiyelinin sınırlarını çizmiştir.

Devlet de soruna dinsel gericilik ve siyasal islam ayrımı üzerinden yaklaşmaktadır. Türk burjuva devletinin dinsel gericilikle hiçbir dönem sorunu olmamıştır. Hatta halkı daha kolay yönetme, kaderci, itaatkar, tepkisiz bir toplum yaratma bakış açısıyla, dinsel gericiliği bü tün tarihi boyunca desteklemiş, örgütlemiş ve teşvik etmiştir. Halkı uyuşturmanın, tepkisizleştirmenin afyonu olarak din ve dinsel gericilik, egemen sınıfların geleneksel ve değişmez bir silahı olarak kullanılmıştır. Türk egemen sınıflarının çıkarı, dinsel gericiliğin toplumun de rinliklerine sirayet edecek tarzda yaygınlaşmasındadır. 28 Şubat’ın mimarı geleneksel iktidar kliğinin ve ordunun yaklaşımı da bütünüyle bu politikayla uyumludur. Generaller örgütlü siyasal islama karşı tavır alırlarken, dini gericilikle bir sorunları olmadığını sık belirtmek ih tiyacı duymuşlardır. Demirel bu ayrımı, 28 Şubat’la ilgili yapılan röportajda şu şekilde ifade etmektedir: "Korumaya çalıştığımız dinin istismarıdır. Burasını çok önemsiyorum: irtica ile mücadele müslümanlarla mücadele şeklinde, gösterilmemelidir. Çünkü irticayla mücadele, İslamiyet ve müslümanlar şeklinde gösterilirse onu hiç kimseye anlatamazsınız, Öyle bir şey yanlıştır, irticayla mücadele hassas bir olaydır, istismarlardan çok çabuk ve kolayca, sanki müslümanlıkla mücadele ediliyor haline getirilebilir. “ (Milliyet 2000).

Devletin laiklik anlayışı da ikiyüzlü ve sahtedir. Resmi ideoloji ve laiklik, dini devletin kontrolü altına alma üzerine kuruludur. Laiklikle, devletle din bir taraftan sözümona birbirinden ayrılırken, diğer taraftan dini denetim altına almak için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. DIB, 80 bin kadrosuyla, birçok bakanlıktan daha büyük bütçesiyle, Diyanet İşleri Vakfı aracılığıyla yaptığı yatırımlarla, ciddi bir ekonomik, siyasal güç haline getirilmiştir.

Devletin dine yaklaşımı tarikatlarla ilişkilere de yansımaktadır. Tarikatlar 28 Şubat sonrasında bile, aşırı politize olmuş kesimleri dışında ciddi bir müdahaleyle karşılaşmadan faaliyetlerini kesintisiz sürdürmüşlerdir. MGK’nın tarikatlardan isteği, rejimin içinde kalarak, rejimi zorlamadan faaliyetlerini devam ettirmeleridir. Tarikatlara dönük yapılmak istenen de rejimin doğal sınırları içerisine çekilmeleri, siyasi, toplumsal ve iktisadi yaşamın yönetimi ve yürütülmesinde etkin olmamaları, bu sınırın dışına taşmış olanların törpülenmesidir. Tarikatlar, devlet ekseninde toplumu kontrol etmenin araçları olarak kullanılmaktadır.

Aslında Türk burjuva devleti ve ordu, siyasal islama da karşı değildir. Bu yüzden siyasal islam, özellikle çok partili rejime geçişle birlikte yoğun olarak da ‘80 sonrası dönemde devlet desteğiyle ve devletle iç içe gelişmiştir. Siyasal islam, stratejik bir yedek olarak hazırlanmıştır. 12 Eylül askeri faşizmiyle ve sonrasında siyasal islamın yükselişi, ordunun ve devletin siyasal islama yaklaşımının ikircimsiz bir görünümüdür. Ordu ve sermaye oligarşisi açısından sorun, siyasal islamın iktidara oynaması ve kontrol edilebilir düzeyin dışına çıkmaya başlamasıdır. O zaman yeniden kontrol altına alınmalı, ehlileştirilmeli, güçleri sınırlandırılmalı, iktidar alternatifi pozisyonu parçalanmalıdır. Geride kalan süreçte yapılmaya çalışılan budur. Yoksa devletin siyasal islamı bütünüyle ortadan kaldırmak gibi bir sorunu yoktur. Tersine, her zaman bu güçlere ihtiyaç duymaktadır. ABD de, ‘Türkiye’de kontrol edilebilir istikrarsızlık’ politikasına bağlı olarak siyasal islama ihtiyaç duymaktadır.

Siyasal islam, uluslararası çapta genel bir yükselişin parçası olarak hızlı bir gelişme gösterdi. Modern revizyonist kampın yıkılması üzerinden, sosyalizme dönük yoğun saldırılarda siyasal islamın yükselişini hızlandırdı. Siyasal islam, ‘90’lı yıllar boyunca en yüksek seviyesine ulaşarak, güçlü dinamiklere sahip kitlesel bir güç düzeyine ulaşmıştı. Fakat bu yükseliş, konjonktürel bir özellik taşımaktan da ileriye gidemezdi. Uygun koşulların yarattığı etkiyle ortaya çıkan boşluğu doldurmaya çalışan siyasal islamın, koşulların değişmesiyle gerilemesi ve kendi doğal sınırlarına çekilmesi kaçınılmazdı. İdeolojik politik boşluğun değişik biçimleriyle doldurulması, özellikle sosyalizmin yeniden işçi ve emekçi sınıflar için kurtuluş umudu olarak yükselmesiyle, kökten dinciliğin kendi doğal sınırlarında gerilemesi de hızlanacaktır.

Toplumsal adaletsizliğin sürekli derinleşmesinin yoksullaştırdığı ara katmanların tepkisi, orta burjuvazinin güçlenme ve sınıf atlama çabaları, siyasal istikrarsızlık koşullarıyla birleşerek islami hareketin bir süre daha yükselişini devam ettirmesini sağlayabilirdi. Hükümet de bu yükselişin devam etmesi için önemli olanaklar yaratıyordu. Hükümette yer alma tersten de yıpranma düzeyini hızlandırmaktaydı. Kısa süreli hükümet pratiği RP’nin düzen alternatifi değil, düzen partisi olduğunu göstermesi geleneksel tabanının dışında RP’yi alternatif görme nedeniyle oy veren kesimlerin beklediğini bulamamalarını beraberinde getirmişti. 28 Şubat, siyasal islamın biraz da hazırlıksız yakalanmasını sağlayarak bu sürecin hızlanmasına neden oldu.

Güncel bakımdan önemli olan ise siyasal islamın gerilemesinin neden sonuç ilişkileri kapsamında irdelenmesi, gerilemenin ortaya çıkardığı tablo ve olanakların değerlendirilmesidir. Bu değerlendirme, toplumsal gericiliğin güçlü bir odağı olan siyasal islam ve onun ana gövdesini bünyesinde birleştiren RP FP’nin politik teşhiri kadar, siyasal islamın gerilemesinin ortaya çıkardığı boşluğun devrimci doğrultuda doldurulması görevleri açısından da önemlidir.

Siyasal İslamın Gelişmesinin Kısa Tarihi

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, ABD tarafından Sovyetlere karşı başlatılan ‘soğuk savaş’, Sovyetlerin ve sosyalizmin gelişmesinin önünün kesilmesini, ‘özgür dünya’nın komünizme karşı korunmasını hedefliyordu. Bu antikomünist politikasının araçlarından biri olarak siyasal islam geliştirildi. Siyasal islam aynı zamanda, Türkiye gibi ülkelerde devrimci, sosyalist ve ulusal kurtuluşçu gelişmeye alternatif bir güç olarak örgütlendirildi.

Türkiye’de siyasal islam savaş sonrası çok partili döneme geçişle birlikte örgütlenmeye başladı. Daha İnönü döneminde atılan kimi adımlar, esas olarak RP’nin hükümete gelmesiyle yeni bir düzeye ulaştı. Bayar ve Menderes’in DP’si, ‘50’lere kadar bastırılmış olan dinci güçler ve başta Nurcular olmak üzere tarikatlarla yakın ilişki içerisine girmiş; DP’nin oy tabanını bu güçlerle kurduğu ilişki üzerine genişletmeye çalışmış, islami kesimi himayesi altına almıştı. O güne kadar yeraltına çekilmiş içe kapanık vaziyette duran tarikatlar ve islami kesim, DP şahsında koruyucu bir şemsiye bularak örgütlenmeye ve siyasallaşmaya başladılar. Çeşitli dergi ve yayınların yanında, Kıbrıs Türk Cemiyeti gibi örgütlenmelerde yer aldılar.

DP döneminde siyasal islamın ve tarikatların örgütlenerek siyaset sahnesinde yer almaları, siyasal yapıyı etkilemeleri, Türk egemen sınıfları devletinin sözde ilkesel temellerinden biri haline gelen laikliğin de çatlaması anlamına geliyordu. ‘60 darbesinin nedenlerinden olmasa da politik argümanlarından birini Kemalist asker sivil bürokrasinin bu yönlü bir gelişmeye duyduğu tepkidir. CHP’nin laiklik ve dini gericiliğin, DP’nin koruyuculuğu altında siyasallaşmasına yönelik karşı propagandası da etkide bulunmuştur.

‘60 darbesi siyasal islamın önünü kesmediği gibi, gerek DP’nin devamı olan AP, gerekse de özellikle sağ, muhafazakar, milliyetçi çizgideki bütün partiler, dini gericiliğe taviz verme, tarikatlarla ilişkileri geliştirme, halkın inanç ve geleneklerine yakın olma söylemiyle dini söylem ve motifleri daha yoğun kullanmaya başladılar. Dinci dernek ve tarikatlar gelişmesini sürdürdü. İslamcı kesim Komünizmle Mücadele Dernekleri vb örgütlenmeler içerisinde yuvalandılar. Antikomünist bu tür dernekler, milliyetçi ırkçı çevrelerle İslamcı çevrelerin bir araya getirildikleri ve birbirlerine yaklaştırıldıkları alanlar oldular.

‘69’da Erbakan’ın Milli Nizam Partisi’yle Türkiye’de açıktan ilk kez dinci bir partinin kurulması sağlandı. Daha önce değişik gerici, faşist partilerin içerisinde yer alan islamcı çevreler, kendi siyasi partisini oluşturdular. İslam dinini temel alan bir partinin kurulması, si yasal islamın gelişmesinde de yeni bir düzeyi ifade ediyordu. MNP’in kurulması devletin dini gericiliğin geliştirilmesine ve siyasal islama yaklaşımından bağımsız değildir. Devlet dinci bir partinin kurulmasına, devrimci gelişmeye alternatif oluşturmak, vs. siyasal islamı stratejik bir yedek olarak geliştirme politikasına uygun düştüğü için müsaade etmiştir. ‘68 devrimci atılımı karşısında, MNP alternatif olarak doğrudan ABD tarafından kurduruldu. Her ne kadar MNP kısa bir süre sonra kapatıldıysa da islami çevreler yerine MSP’yi, sonrasında da RPFP çizgisiyle siyasi parti örgütlenmesini sürdürdüler.

Siyasal islamın partisi, 70’li yıllar boyunca yüzde 8 -10 gibi bir oy oranıyla koalisyon hükümetlerinin değişmez bir ortağı oldu ve örgütlenmesini devlet içerisinde de sürdürdü. Birinci ve ikinci MC hükümetlerinde yer alması, örgütlenmesine sağladığı olanaklar kadar, devrimin karşıdevrimci aktif düşmanı olarak konumlanmasını da sağladı.

Her ne kadar ‘irticai faaliyetler’ ‘80 askeri darbesinin nedenlerinden biri olarak gösterildi ve MSP bu faaliyetlerinden dolayı kapatıldı, Erbakan gibi ileri gelen şahsiyetleri yasaklılar arasına girdiyse de, o sadece bir yanılsamaydı. 12 Eylül faşizminin ve generallerin uygulamaları dini gericiliğin ve siyasal islamın hızlı gelişmesinin olanaklarını yarattı. Generaller, örgütlü siyasal islama karşı propaganda yürütseler de tarikat şeyhleri ve islami çevrelerle ilişkiye girmede hiçbir sakınca görmediler. MSP’nin kapatılması, darbenin meşruiyeti açısından gerekliydi ve zaten darbeyle bütün partilerin faaliyetlerine son verilmişti.

‘80 öncesi faşist, gerici, şoven MHP, MSP gibi partiler ve “Aydınlar Ocağı” gibi kurumlar bünyesinde geliştirilen Türk- islam sentezi darbe sonrası dönemde, resmi ideolojinin temel unsurlarından biri haline getirildi. Türk-islam sentezli ideolojik yapılanma ABD’nin Sovyetlerin etrafını kuşatarak etkinliğini kırmak için, ılımlı çizgide bir yeşil kuşak yaratma projesiyle de uyumluydu. Daha doğrusu, bu politikanın bir izdüşümü olarak geliştirildi. Ilımlı islam projesiyle ABD, Sovyetleri kuşatmanın yanında anti ABD’ci bir içerik kazanan İran’daki radikal islami iktidarın etkinliğini kırmayı da hedefliyordu. Son çeyrek yüzyıl ABD’nin bu politikalarıyla bağı içerisinde yalnızca Türkiye’de değil, bölgede ve dünya genelinde siyasal islamın yükseldiği yıllar oldu.

Askeri cunta dönemi ve sonrasında Türk- islam sentezine uygun olarak İmam Hatip okulları, Kur’an kursları, cami yaptırma faaliyetleri, dini vakıf ve dernekler, yayınlar, büyük çaplı bir yayılma gösterdi. Din dersi zorunlu hale getirildi. Faşist Kenan Evren, Kur’an’dan ayetler okudu, babasının imam olduğunu tekrarladı, durdu. Alevi köylere camiler yaptırıldı, imamlar atandı. Toplumsal gericiliği ve kaderciliği geliştirmek, toplumsal belleği çökertmek için dinsel gericilik teşvik edildi. Suudi sermayesiyle girilen ilişkilerle dinci sermaye ve finans kuruluşları geliştirildi, tarikatlar holdingleştirildi, din adamlarının maaşları bile Rabıta aracılığıyla Suudi sermayesiyle ödenmeye başlandı. Resmi ideoloji Türk- islam sentezine göre yeniden düzenlenerek islami motif ve söylemler geliştirildi. Üniversite kürsüleri mantar gibi türeyen dinci profesörlere tahsis edildi. Askeri faşizmin yerini ‘83 seçimleriyle parlamenter maskeli yarıaskeri faşist diktatörlüğe bırakmasından sonra da devletin din siyaseti artarak devam etti. Toplumsal devrimci muhalefetin yenilgiye uğratılmasının yarattığı boşluğu siyasal islamla doldurarak ve işçi sınıfının ve emekçi yığınların, gençliğin toplumsal direnme gücünü dinsel gericilikle çürüterek bir da ha aktifleşmesinin koşullarını ortadan kaldırma hedefi, faşist rejim siyasetinin köşe taşlarından birini oluşturdu.

Özal, Nakşibendi tarikatına mensup olduğunu belirterek ilk kez bir Başbakan’ın tarikatlarla ilişkisini açıktan ortaya koyuyordu. Siyasal islam, Özal döneminde ANAP içerisinde birleştirdiği dört eğilimden biri olarak geliştirildi. ANAP içerisinde islamın dört eğiliminden biri olarak geliştirilmesi, siyasal islamın devlet kontrolüne alınmasının da gelişkin bir örneğiydi.

MSP’nin yerine RP’nin kurulmasıyla siyasal islam kendi partisi bünyesinde yeniden örgütlendi. ‘87’de siyasi yasakların kalkmasıyla Erbakan yeniden partinin başına geçti. RP ‘91 seçimlerinde MÇP ve IDP ile ittifak yaparak yüzde 16 oy oranıyla meclise girmeyi başardı. ‘90 sonrası dönemde RP’nin gelişmesi en hızlı ve en yüksek seviyesine ulaşarak ‘94 Belediye seçimlerinde zaferle çıktıktan sonra, ‘95 genel seçimlerinde de yüzde 22 oyla birinci parti olarak meclise girmeyi başardı.

Siyasal islam, büyük oranda emperyalizmin ve Türk burjuvazisinin artan ihtiyaçlarının ortaya çıkardığı bir olgudur. Sonrasında kendi iç dinamiklerini de oluşturarak, kendini üreterek gelişti ve iktidar alternatifi bir güç durumuna geldi. Askeri cuntayla, mücadele, fiili olarak bastırılmış olsa da, toplumun yeni bir ideolojik biçimlenmeye sokulması için dinsel gericilik ve siyasal islam geliştirildi. RP, 12 Eylül faşizminin devrimci muhalefeti ezmesinin, devrimci hareketin güçlü bir direniş sergilemeden aldığı ağır yenilginin ve uzun süre kendisini toparlayamamasının yarattığı boşluğu, yükselttiği şiar ve taleplerle, örgütlenme araç ve yöntemlerini kullanmadaki başarısıyla doldurmasını bildi. RP yalnızca devrimci hareketin yarattığı boşluğu doldurmuyor, aynı zamanda, örgütlenmede kullandığı yöntemleri, vb’de taklit ediyordu. Kitlelerin düzene karşı tepkilerini sahte bir ‘adil düzen’ söylemiyle yeni bir düzen vaadederek, düzen alternatifi bir görünüm kazanıyordu. Adil düzen söylemiyle, antibatı, antikapitalizm söylemini birleştirerek, toplumsal çürüme ve ahlaki dejenerasyonu kullandı. Bir bakıma reaksiyoner bir güç olarak alternatif bir kimlik ve görünüm kazandı. Geleneksel tabanını aşarak, göç sonucu büyük şehirlerin varoşlarında biriken emekçilerin tepki ve hoşnutsuzluğunu istismar etmeyi başardı.

Siyasal islam yalnızca RP şahsında oy yüzdesini artıran bir parti olmanın da ötesinde çok yönlü ekonomik, siyasal ve toplumsal, vb. bir güç olarak gelişti. Yüzlerce vakıf, dernek, yurt, Kur’an kursu ile örgütlenmesini kurumsallaştırdı. Çok sayıda dergi, gazete, radyo, TV vb. ile kendi medyasını, siyasi aydınlarını yarattı. Albaraka Türk, Kuveyt Türk, Faysal Finans, Asya Finans gibi finansal; Kombassan, Yimpaş, İhlas, Gülen Cemaati, tarikat holdingleri vb sanayi kuruluşlarıyla sermayesini geliştirdi. İslami sermaye ülke içinde gelişmenin yanında, müslüman devletlere dönük yatırımlara yöneldi. Daha önemlisi, Anadolu sermayesinin orta burjuvazinin desteğini arkalayarak onlar adına iktidardan pay isteyen, tekelci sermayenin çıkarlarına alternatif bir güç oldu. MÜSİAD’la alternatif sanayici örgütlenmesini oluşturdu. Devlet içerisinde önemli bir kadrolaşma düzeyine ulaştı. İslami kesim, siyasal etkisi altına aldığı geniş kitle ile, islami yaşam tarzının gereklerine uygun bir bütünlük oluşturdu. Örgütledikleri güçlü iktisadi dayanışma ağı sayesinde alternatif bir ekonomik, siyasi, toplumsal, ideolojik güç merkezi haline geldi.

28 Şubat ve Siyasal İslam

28 Şubat kararlarının, siyasal islamı tehdit kapsamına alarak hedeflemesi, rejimin içinde bulunduğu somut durumla ve buna bağlı olarak siyasal islamın yönelimleriyle doğrudan ilgilidir. Türk burjuva devleti, Kürdistan devrimi ve batıda işçi sınıfı ve emekçi mücadelesinin etkisiyle tarihinin en derin krizini yaşamaktaydı. Bu koşullarda;

1-Siyasal islamın temsil ettiği kesimler adına iktidara talip olması, egemen sınıflar arasındaki klik ve iktidar savaşını şiddetlendirmiş,

kapsamını genişletmiştir. Daha da önemli si, RP’nin DYP ile ittifak kurarak hükümete gelme si, bu tehlikeyi somut bir niteliğe kavuşturdu.

2-İslami sermayenin yükselişi, hükümet olanaklarından da yararlanarak devam etti. Bu durum, işbirlikçi tekelci sermayenin menfaatleriyle çelişmekteydi.

3-Siyasal islamın birçok bakımdan resmi ideolojinin dışına çıkması, resmi ideolojinin ve kemalizmin kitleler üzerindeki ideolojik- politik hegemonyasının çözülmesini hızlandıran bir rol oynamaktaydı,

4-Egemen sınıflar arasındaki klik ve iktidar kavgası, Kürdistan devriminin önüne geçilmesini güçleştirmekte, siyasal islamın Kürdistan devrimine dolaylı biçimlerde de olsa yedeklenmesinin koşullarını yaratmaktaydı.

5-Türkiye’nin ABD ekseninde bölgesel stratejik yönelimleri, İsrail’le yapılan askeri anlaşma vb. siyasal islamın önemini azalttığı gibi bu yönelimleri riske edebilecek bir güç olma özelliği de taşımaktaydı.

28 Şubat kararları geleneksel iktidar kliğinin, generallerin doğrudan müdahalesi ve yönlendiriciliği ile, rejimin içine sürüklendiği yönetememe krizine kapsamlı bir müdahale ve çözüm programıdır. Rejim siyasal krizden, daha da önemli olarak yönetememe krizinden kurtulmak için yeniden yapılandırma stratejisine yöneldi. Yeniden yapılandırma stratejisi çok yönlü olarak devreye sokuldu.

Yeniden yapılandırma stratejisinin bir hedefi olarak da siyasal islamın hizaya getirilmesi, güçlerinin ve gelişmesinin sınırlandırılması belirlendi. Böylece MGK, sermaye oligarşisi ve ordu ittifakı, iktidar ve klikler savaşını kontrol edilebilir bir düzeye çekerek, merkezkaç güçlerin, siyasal islamın ve çetelerin etkinliğini kırarak iktidar tekelini sağlamlaştırmaya yöneldi.

Siyasal İslamın Gerilemesi

18 Nisan ‘99 seçimlerinin sonuçları siyasal islamın gerilemesinin en açık göstergesi oldu. ‘95 Aralık seçimlerinde yüzde 22’lik oy oranıyla 6 milyon oy alarak birinci olan RP’nin 18 Nisan seçimlerinde oy oranı %15 lere kadar geriledi. Seçimler sonrası dönemde bu gerileme devam etti. Gelinen aşamada siyasal islamın kitleler üzerindeki siyasal ve ideolojik etkisi zayıflamış, iç krize sürüklenmiştir. Siyasal islamın iç krizi, siyasal, ideolojik ve örgütsel biçimlerde devam etmektedir.

28 Şubat kararlarıyla dayatılan dışlanma-tecrit edilme tutumuyla siyasal islam savunma pozisyonuna çekilerek meşruiyet krizine sokulmuştur. Savunma pozisyonu içe kapanmayı, darlaşmayı ve iç krizi besleyerek politik ataleti sağlamıştır. 28 Şubat sonrası siyasal islamın hareket tarzına damgasını vuran politik atalettir. Bugün kurmaylarının da ifade ettiği gibi FP, mecliste ve siyaset sahnesinde ‘özgül ağırlığını yitirmiş’, silikleşmiştir.

RP -FP ve siyasal islamın, 28 Şubat kararlarını delmek, askeri bürokrasiyle sermaye oligarşisinin ittifakında gedikler açarak geriletmek için yer yer gerçekleştirdiği hamleler ise MGK’nın ve genelkurmayın sert darbeleriyle karşılaşarak, her defasında geri adım atmak, takiye yapmak zorunda bırakılmıştır. Bu tür çıkışlar, siyasal islamın politik ataletini aşmasını da sağlamadığı gibi karşı darbelerin sonu cunda her defasında geri adım atılması, yatıştırma tutumuna gidilmesi, FP içindeki çatlağı derinleştirerek gruplaşmaları beslemiştir.

28 Şubat kararları, yeni biçimler alarak devam etmektedir. Genelkurmay, MGK ve faşist diktatörlüğün anayasası olan MGSB gereklerine uygun olarak hareket etmekte ve bu doğrultuda siyasal islama karşı mücadeleyi sürdürmektedir. 28 Şubat kararları ve devamında oluşturulan MGSB, rejiminin yeniden yapılandırılması hedefine bağlı olarak, ‘bölücü ve yıkıcı terör’le birlikte ‘irticai hareketleri’ de tehdit ve birinci öncelikli tehlike kapsamına alarak mücadele görevini hükümetin ve devletin öncelikleri arasına aldı. MGSB, rejimin gizli anayasası olarak yasama, yürütme ve yargının hareket tarzını ve sınırlarını çizmiş ve uygulamaları zorunlu hale getirmiştir. Generaller, MGSB gereklerine ve MGK’daki iktidar tekellerine dayanıyorlar.

28 Şubat’tan günümüze geride kalan üç yıllık süreçte, siyasal islamın geriletilmesinde önemli bir başarı kazanıldı. Gelinen aşamada siyasal islam güç, mevzi ve güven kaybederek geriledi. İdeolojik ve siyasal etkisi sınırlandı. Geniş kitleler nezdinde derin bir güvensizlikle yüz yüze bırakıldı. Güçlerini büyütme olanakları daraltıldı. Partisi, basını, sermayesi, aydınları, toplumsal tabanı, kurum ve kuruluşlarıyla savunmaya çekildi. Devlete siyasal rüştünü ve meşruiyetini ispatlama sorunuyla yüz yüze getirildi. Mevcut durumu radikal dinci Akit yazarı Yaşar Kaplan, "islami hareket 70yılda kazandığı mevzileri neredeyse 70 haftada kaybetmiş görünmektedir (...) Kabul bu raund bizim değil. Fakat unutmamak gerekir ki, mevzi kaybetmek dünyanın sonu değil" diyerek tanımlıyor. Alıntıdan da anlaşılacağı gibi siyasal islam gerilediğini ve bu raundu kaybettiğini kabul etmektedir. Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın “İslamı şırınga gibi ağır ağır enjekte edeceğiz” söylemi RP ve siyasal islama karşı uygulandı. Siyasal islama dönük kuşatma, aslında Erbakan’ın başbakan olmasıyla başladı. Taksim’e ve Çankaya’ya cami yaptırma tartışmaları, başbakanlıkta cemaat liderleri ve tarikat şeyhlerine iftar yemeği verilmesi, olaylı Kudüs gecesi vb. ile kutuplaşmaya dönüştü. Siyasal islamın yumuşak karnı Aczimendiler operasyonu, Müslüm Gündüz ve Ali Kalkancı’nın teşhiri ile gündem oluşturularak saldırının startı verildi, meşruiyet zemini oluşturuldu. Sincan sokaklarından tanklar geçirilerek balans ayarı yapılması; basın, yargı, sivil kuruluşlar vb.’nin generaller tarafından brifinglendirilmesi; laiklik, çağdaşlık söylemi üzerinden, toplumun darbeci şeriatçı ikilemine sokularak, darbe sopası laiklik söylemiyle kitle desteğinin ve meşruiyet zemininin güçlendirilmesi biçiminde devam ettirildi. 28 Şubat sonrası Erbakan’ın daha önceleri dile getirdiği, “iktidara gelişimiz kanlı mı olacak kansız mı olacak” söylemi generaller tarafından, siyasal islamın “tehdit “ olmaktan çıkarılması “kanlı mı olacak kansız mı”ya dönüştürüldü. Bu abluka ve kuşatma koşullarında 28 Şubat kararlarının altına Erbakan’ın ve RP’nin imzası attırıldı. Erbakan, kararların altına imzasını atarak siyasal islamın ipini de kendi eliyle çekiyordu. “Bölücü ve yıkıcı teröre” karşı alınacak önlemlerin yanında, “irticai tehlike”ye karşı yürütülecek mücadele kapsamında alınacak idari, hukuki önlemleri ve yasal düzenlemeleri de kapsayan kararların altına hükümeti oluşturan RP ve DYP’nin ve Erbakan’ın imzasının olması ve “itirazsız” kabul edilmesi, generallerle sermaye oligarşisinin işini bir hayli kolaylaştırıyordu. Siyasal islamın kuşatmaya karşı güçlü bir direniş gösteremeyeceğinin de işaretini veriyordu. Kuşatmayı savuşturma tutumuyla birleşen kararların altına imza atılması, generaller açısından sürecin tamamlandığı anlamına gelmiyordu. Tersine, her şey yeni başlıyordu. Şimdi sıra 8 yıllık kesintisiz eğitim, Kur’an kurslarının diyanetin kontrolüne alınması, resmi kurumlarda başörtüsü yasağı, kılık kıyafet yönetmeliği vb. ile adımların atılması, yasal ve pratik düzenlemelere gidilmesindeydi. Temel amaç, aslında Refah Yol hükümetinin yıkılarak siyasal islamın hükümetten uzaklaştırılması, yerine generallerle uyumlu, güdümlü bir hükümetin kurulmasıydı. Bu nedenle gerilim politikası, RP’nin yumuşatma ve savuşturma politikasına rağmen tırmandırıldı.

Ordu ve generaller, bu süreçte siyaset sahnesinin en ön safında adeta bir siyasi parti gibi davrandılar. Açıklama ve brifingleriyle, BÇG gibi örgütlenmelerle her adımı denetlediler, yönlendirdiler. Darbe sopasını bir tehdit unsuru olarak sallamayı sürdürdüler. Ateşlediği ve kışkırttığı laik-şeriatçı karşıtlığıyla beşli çete, üniversiteler, Uğur Muncu ve diğer suikastların kullanılması, kemalist aydın ve çevreleri, şeriat karşıtlığı ve laiklik ekseninde birleştirerek, bu güçleri kendisine yedekledi ve bu güçler üzerinden sözde ‘sivil inisiyatifi’ örgütledi.

Refah-Yol hükümetinin yıkılarak RP’nin hükümetten düşürülmesiyle, siyasal islamın geriletilmesinde birinci aşama tamamlandı.

Siyasal islamın geriletilmesinde ikinci aşamayı RP’nin kapatılmasıyla tamamlanan süreç oluşturuyor. Refah-Yol yerine genelkurmay patentli ANASOLD hükümeti kuruldu. Bu sayede RP, hükümet- iktidar ilişkilerinden dışlandı. MGK içindeki sivil kanatla askerler arasındaki ya da hükümetle ordu arasındaki uyuşmazlığa son verildi. Klik ve iktidar çatışması yeni biçimlerde devam etse de devlet otoritesi ve iktidarı, sermaye oligarşisiyle ordunun ittifakının elinde tekleştirildi. M. Yılmaz Başbakanlığındaki hükümet eliyle 8 yıllık kesintisiz eğitim, İmam Hatipler, kur’an kurslarının denetimi vb yasal düzenlemeler yapıldı. Siyasal islama ve partisi RP’ye tecrit- dışlama dayatılarak Türkiye’nin en büyük ve en örgütlü partisi kapatıldı. Erbakan ve partisinin ileri gelen bazı isimleri siyasi yasaklı duruma getirildi.

Üçüncü aşamada, siyasal islamın marjinalleştirilmesi, ehlileştirilmesi hedeflenerek, radikal unsurları tasfiye edildi, direnme gücü ve olanakları kırıldı. RP’nin kapatılmasıyla neyin hedeflendiğini Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, DEP, HADEP örneğine atıfta bulunarak "DEP ’ in kapatılmasıyla yerine kurulan HADEP daha ılımlı bir çizgide siyaset yaptı" diyerek ifade etmekteydi. Bu bir kirli savaş yöntemi olmanın yanında, kapatma kararının da bütünüyle politik olduğunu göstermekte ve bundan sonra siyasal islamın ehlileştirilerek marjinalleştirme, radikal unsurlardan temizlenerek devletle daha uyumlu bir çizgiye çekileceğinin, 28 Şubat’ın bu doğrultuda derinleştirileceğinin işaretini vermekteydi. Siyasal islamın ileri uçlarının törpülenerek ehlileştirilmesi, soruşturma ve açılan davaların hızlandırılarak tamamlanması, Ş. Yılmaz, H.İ. Çelik, H. H. Ceylan, B. Yıldız, Ş. Karatepe, T. Erdoğan gibi isimlerin tasfiyesi sağlandı. İslami sermayenin ekonomik kaynakları denetim altına alınmaya, yükselişinin önü kesilmeye çalışıldı. MÜSİAD’lı işadamları, tutuklama ve soruşturmaya tabi tutuldu. F. Gülen cemaati de MGK gündemine alınarak, devleti içten ele geçirme hedefi ve şaibeli mali kaynakları yüzünden “devleti ele geçirmek isteyen düşman” sıfatıyla sanık sandalyesine oturtuldu. İslami basın, medya, vakıf, dernek ve kurumları üzerinde denetim güçlendirildi. MGV şubelerinde aramalar yapıldı.

Aslında MGK, siyasal islamın bütünü üzerinde genel bir tazyik uygulasa da, ayrıştırmaya, ana gövdesini devletle uygun bir çizgiye çekmeye özen gösterdi. Siyasal islama karşı bu mücadelede devletin temel bir taktiğiydi. Çünkü devlet siyasal islamı bütünüyle ortadan kaldırmayı değil sivri uçlarını törpülemeyi, güçlerini sınırlandırmayı ve tehdit olmaktan çıkarmayı düşünüyordu. Bu doğrultuda RP’nin yerine daha “ılımlı ve makul” bir çizgi ve söylemle kurulan FP içerisinde “yenilikçi -gelenekçi” çatlağının yaratılması sağlandı. FP’nin başkanlığına daha uzlaşmacı ve yapıcı olduğu söylenen ve propaganda edilen R. Kutan’ın gelmesi de yeterli görülmedi. Siyasal islamın ana gövdesinin parçalanarak bir kesimi ‘laik’ çizgide MGK politikalarına yedeklenmeye çalışıldı. Tekelci medya ve etkili ve güdümlü köşe yazarları, siyasal islamın içindeki ayrışmayı derinleştirmeye özel bir çaba sarf ettiler. ABD emperyalizmi de bu noktada yoğunlaştı. Yeniden yapılandırma stratejisinin ve 28 Şubat’ın planlanması ve sürdürülmesinde tekelci sermaye ve generallerle ittifak içerisinde olan ABD emperyalizmi, gelişmelerin en ince ayrıntısına kadar içinde oldu. Yani sürecin başlaması ve derinleşmesi doğrudan ABD’nin inisiyatifinde ve yönlendiriciliğinde ilerledi. Buna rağmen ABD’nin T. Erdoğan’ın tutuklanması, RP’nin ve bugün FP’nin kapatılması davaları, 312. madde tartışmalarına katılım tarzı, yenilikçi olarak T. Erdoğan’ın ziyaret edilmesi, siyasal islamın iç mücadelesi karşısındaki duruşunu da ele vermekteydi. ABD, bir taraftan siyasal islamın geriletilmesini yönlendirirken, diğer taraftan da FP içerisindeki yenilikçilere açıktan destek oluyordu. ABD planının birinci boyutunda ‘stratejik ortak’ Türk burjuva devletinin, kendi çıkarlarına uygun olarak yeniden yapılandırılması vardı ve bu yeni stratejiye göre önemini yitirmiş, hatta sorun yaratabilecek siyasal islamın geriletilmesini gerektiriyordu. İkinci boyutta ise bölgede ve Türkiye’de “kontrol edilebilir istikrarsızlık” stratejisine uygun olarak ılımlı çizgide ve gelecek politik yatırımları için belirli düzeyde siyasal islamın korunması vardı. FP içerisindeki yenilikçi kanada oynaması, T. Erdoğan’ın tutuklanmasına tepki gösterilmesi, parti kapatma, düşünce suçu vb katılım tarzı, hatta F Gülen cemaatine dönük iyimser ve himayeci davranılması, ikinci boyutta yer alan kontrol edilebilir istikrarsızlık stratejisinin izdüşümü bir siyasi islam yapılanmasını ortaya çıkarma yönelimi ile ilgilidir.

MGK politikaları, siyasal islamın tabanını oluşturan en geniş kesimin yeni bir ideolojik yapılanmaya kavuşturularak devletle bütün leştirilmesi için ayrıştırmaya özel bir önem veriyordu. Bu kapsamda tarikatlar, dinsel cemaatler; Aczimendiler gibi uç örnekler ve kısmen F. Gülen cemaatinin gündemde tutulması örneklerinin dışında esaslı bir saldırıya tabi tutulmadı. Kendilerine çeki düzen vermeleri istendi. Son dönemde Nur cemaatinin ileri gelenlerinden Yeni Asya grubunun sahibi Mehmet Kutlular’ın depremle ilgili vaazından dolayı iki günlük tutuklanması tarikat ve cemaatlere uyarı özelliği taşımaktaydı. Cüppeli Ahmet hocanın tutuklanmasıyla da, sivri uçların törpülenmesi hedeflendi. Bundan sonra da gözaltılar olası olsa da, tarikatlar 28 Şubat sonrasında faaliyetlerini yeni biçimlerde sürdürmeye devam ettiler. İslami sermaye sürekli gündemde tutulmasına, soruşturmalar açılmasına rağmen, ‘98 Mart MGK toplantısına kadar devlet teşviki sürdü. İslami sermayede, iktidarla karşı karşıya gelmemek için sürekli yatıştırıcı açıklama ve yönelimlere girdi. Kombassan’ın Petkim’i almasından sonra da orduya lastik üretmeye devam etti. MÜSİAD cephesinde devletle uyum yönünde birtakım adımlar atıldı. Fakat generaller ve sermaye oligarşisi ‘98 Mart’ında MGK toplantısından itibaren islami sermaye üzerindeki denetimi güçlendirmek için bir dizi hamleler yaptı. MÜSİAD Başkanı A. Bayramoğlu’na ceza verilmesi, Ankara’da yirmi MÜSİAD’lı iş adamının gözaltına alınması, bir kısmının tutuklanması, islami sermayenin mali kaynaklarının denetim altına alınması vb. siyasal islam cephesinde rejimle en hızlı uyum islami sermaye cephesinde yansıdı. MÜSİAD’ın aldığı müslüman iş adamı isminin kullanılmaması, laikliğe önem verilmesi vb. açıklamalarıyla da hızlı bir değişim göstermeye başladı. MÜSİAD eski başkanı Erol Yarar’ın eski çevresinden uzaklaşarak, ‘modern’ bir görünüme kavuşması, Bosna’lı sevgilisiyle evliliği, yaşamı vb tekel medyasında övgüyle ve örnek gösterilerek sık sık işlendi.

Yargı ve medya, generallerin siyasi islama karşı mücadelesinin aktif bir unsuru ve bileşeni olarak ön plana çıkarıldı. Tekelci medya ve etkili köşe yazarları, siyasal islamı sürekli ateş altında tutarak yıldırıcı caydırıcı bir kampanya sürdürdüler. Bu kampanya gerek kitlelerin etkilenmesinde, gerekse de islami çevrelerin irade sinin kırılmasında birçok bakımdan tayin edici oldu. Yargı ise bağımsız değil bütünüyle politik davranan, iktidara göre davranan bir kurum olduğunu her fırsatta gösterdi. V. Savaş, N.M. Yüksel, Y.G. Özden gibi isimler siyasal partiler gibi açıklamalarıyla düzen partilerini topa tuttular, siyasal islama karşı etkin bir rol üstlendiler. Kimi zaman açıklamalarıyla, kimi zaman da açılan davalarla sürekli gündem oldular. Generallerin politikalarının güncel seyri ve değişiklikler, yargı çevrelerinin tavrından kovuşturma ve açılan davalardan anlaşılır oldu. Generaller, medya ve yargının işlevsel bütünlüğü bariz bir şekilde görüldü. Adeta, generaller politikayı belirliyor, medya teşhir edip hedef göstererek gündem oluşturuyor, yargı ise dava ve soruşturmalarla işlevini yerine getiriyordu. Bu işlevsel bütünlüğü bütün süreç boyunca görmek mümkündür. N. M. Yüksel, Hizbullah operasyonunda kar-kış demeden Mersin ve Diyarbakır’da operasyonları ve soruşturmaları yönetiyordu.

28 Şubat kararlarının uygulanması ve siyasal islama karşı mücadelede, generallerle hükümet arasında genel bir uyumdan söz edilse de, yer yer uyumsuzluklar ve gerginlikler de yaşanıyor. Hükümet, askeri vesayet görünümünden kurtularak “irticayla mücadele”yi kendi denetimine almaya çalışmakta, generallerin yaklaşımına karşı yer yer direnç göstermektedir. Generaller ise, hükümetin tavsatma, yumuşatma vb. tavrına karşı yeni dayatmalarla kontrolü elden bırakmaya hiç de niyetli olmadıklarını her fırsatta göstermektedirler. Refah-Yol hükümetinin yıkılarak yerine güdümlü ANASOL -D hükümetinin kurulmasından sonra BÇG’ye alternatif olarak BTK (Başbakanlık Takip Kurulu) oluşturulmuş ve M. Yılmaz tarafından BÇG’nin işlevinin sona erdiğinin açıklamasına, generaller tepki gösterek, “BÇG’nin işlevini tamamlamadığını, devam edeceği” açıklamasını yapmışlardır. Yine “28 Şubat süreci sona ermiştir” söylemi karşısında ise generaller “28 Şubat, cumhuriyetin kurulmasıyla başlamış ve devam etmektedir Yüzyıl sürerse yüzyıl, binyıl sürerse binyıl devam edecektir" diyerek kararlılığını ve kontrolün kendilerinde olduğunu göstermiştir. Türbanlı öğrencilerin üniversiteye alınmamasında da M. Yılmaz MGK’yla ters düşmüştü. DSP ve Ecevit’in F. Gülen ve cemaatine karşı koruyucu tavrı sık sık tartışma konusu yapılmış, F. Gülen cemaatinin faliyetleri MGK gündemine alınarak ‘tehdit’ kapsamında değerlendirilmiştir. Bu sorun Ecevit’le generalleri birçok defa karşı karşıya getirmiştir. Ayrıca M. Kavakçı’nın gözaltına alınması, 312. madde tartışmaları, anayasa değişikliği, FP’nin kapatılması davası, FP ile mecliste kurulan kimi ortaklık ve dirsek temasların da sürekli farklılık ve tartışma konusu olmuş, fakat, her defasında da hükümet, MGK ve generallerin tavrına uyum sağlamak zorunda kalmışlardır. Hizbullah operasyonunun ortaya çıkardığı tablo, hükümeti ve bileşenlerini, MGK politikalarına daha da fazla yaklaştırdı. İrticai tehlike tanımı ve mücadele yöntemleri hükümetle generaller arasında ileriki süreçte de belli düzeyde tartışma konusu olmaya devam edecektir. Hükümetin üçlü koalisyon yapısı ve her partinin oy kaygı ve hesapları, kararların uygulanması ve mücadelenin sürdürülmesinde tavsatıcı yaklaşımları koşullandırmakta, askeri vesayeti en azından görünümde de olsa gider meye çalışmalarını sağlamaktadır. ANAP’ın seçim yenilgisinin nedenini, askeri vesayetin hizmetinde hükümet kurulmasına ve devletle özdeş görüntü verilmesine bağlaması bu bakımdan tipik bir örnektir. Ayrıca her bir koalisyon partisi de değişik düzeyde dini gericiliğe, islami cemaat ve tarikatlara dayanmakta ve oy potansiyeli olarak kullanmaktadır. Ayrıca siyasal islamın temsilcisi olarak FP, bu süreçte gösterdiği refleksle yeniden siyasal yaşama dönüşün işaretlerini vermiştir.

Bugün için politik islamla ordu arasındaki çatışma, siyasal sürecin ana çizgilerinden biri olma özelliğini ve potansiyelini sürdürmek tedir. Siyasal islamın geriletilmesinde önemli mesafe katedilmesine rağmen süreç halen tamamlanmış değildir. Ordu, yeni yasal düzenleme ve ataklarla hedefe ulaşmaya çalışmaktadır. Yeni süreç, savunma ve marjinalleşme dayatılarak geriletilmiş olan siyasal islamı bütünüyle ehlileştirmek, iç bölünmeyi hızlandırmak biçiminde ortaya çıkmaktadır. Planlı Hizbullah operasyonu, diğer şeylerin yanında FP’yle de bağı kurularak siyasal islama karşı genel bir saldırıya dönüştürüldü. Bu bakımdan Hizbullah operasyonları, siyasal islama karşı topyekün mücadelede yeni bir aşamayı karakterize etmektedir. Hizbullah operasyonları vahşet dehşet görüntüleri ve propagandaları ile birleştirilerek abartılı bir şekilde haftalarca siyasal gündemin, yazılı ve sözlü medyanın baş gündemi haline getirildi. Devlet bir taraftan Susurluk’un Kürdistan kolu olarak örgütlediği, geliştirdiği ve ulusal harekete karşı etkili bir tarzda kullandığı Hizbullah’ı işlevini tamamladığını düşünerek ve yine kendi denetimi dışında kitlesel silahlı bir güç haline gelmesine izin vermeyerek deşifre ve tasfiyeye yönelirken, Kürdistan’da işlediği binlerce cinayetin vebalini de, Hizbullah’ın üzerine yıkarak, kurtulmayı amaçlıyor.

Ulusal kurtuluşçu mücadelenin silahlı savaşımı redderek tasfiyeci -reformcu bir çizgiye çekilmesiyle, işlevini tamamlamış olan Hizbullah’ın faşist rejim açısından da korunmasının bir anlamı yoktu. Belirli bir süredir konrol dışına çıkma eğilim göstermesi ve örgütlülüğünü batı metropollerine taşıma çabası da, Kürt kökenli kökten dinciliğin bir temsilcisi olan Hizbullah’ın tasfiye edilmesini zorunlu kılıyordu. Ayrıca PKK’nin silahlı savaşımdan vazgeçmesiyle doğan boşluğu dini temelde Hizbullah’ın doldurma ihtimali ve yönelimi de yabana atılamazdı. Dinin etkinliğinin çok yüksek, feodal kalıntıların da daha güçlü olarak ayakta olduğu Kürdistan’da, dini esaslar üzerin de bir savaşımın gelişmesinin nesnel zemini vardı. Bu bakımdan Filistin’de Arafat’ın İsrail siyonizmiyle “barış” masasına oturmasından sonra, radikal dinci Hamas ve Hizbullah’ın gelişerek savaş yürütmesi de somut bir örnek teşkil etmekteydi.

Kürdistan devrimi karşısında alternatif bir güç ve dalgakıran olarak geliştirilen, kontra bir güç olarak da eğitilen, silahlandırılan ve cinayetlerde kullanılan Hizbullah, bu işlevini tamamlamasıyla çeteleşme, “bağımsızlaşma” yönlü bir gelişme göstermeye başlamıştı. Hizbullah içindeki İlim ve Menzil grupları arasındaki saflaşmada H. Velioğlu’nun İlim grubunu destekleyen devlet, yeni süreçte Hizbullahı bütünüyle tasfiye etme yönelimine girdi.

Devlet, Kürdistan’da işlenen “faili meçhul” cinayetleri Hizbullah’ın üzerine yıkmaya çalışırken ve Hizbullah’la bağını gizlemeyi bütünüyle sağlayamadı. Hizbullah operasyonları, işlenen cinayetlerdeki devletin yönlendirici rolü ve sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gibi, Hizbullah’ın devletin kontrolü dışında gelişmiş bir güç olduğu anlamına da gelmez. Susurluk çetelerinde olduğu gibi, Hizbul-kontra çetelerinin dizginleri de doğrudan Genelkurmaya ve MGK’ya uzanmaktadır. Hizbullah, Susurluk’un Kürdistan koludur. Devlet, yeniden yapılandırma stratejisine bağlı olarak kontrol dışına çıkan güçleri tasfiye etmekte, merkezi otoriteyi güçlendirme yönünde devleti tahkim etmekte ve yasallık eğilimi ve görünümünü güçlendirmeye çalışmaktadır.

Hizbullah operasyonu, siyasal islamın geriletilmesinde ve ehlileştirilmesinde önemli bir sindirme aracı olarak kullanıldı. Fakat aynı zamanda devlet de bir kez daha suç üstü yakalandı. Hizbullah, barbarlık ve vahşetiyle gücünü devletten alıyordu. Operasyon, Hizbullah devlet ilişkisini gizleyemez bir hale getirdi. Bu ilişkiyi dönemin Jandarma Genelkomutanı Teoman Koman “hangi Hizbullah? Bir İran 'daki Hizbullah vardır. Bir de PKK’nin baskınlarına karşı kendilerini koruyan vatandaşlar vardır" biçiminde ifade ediyor. T. Koman’ın 28 Şubat sürecinin mimarlarından olması, devletin ihtiyaç duyduğunda şeriatçı güçlerin en fanatik biçimlerini bile desteklemekten çekinmediğini göstermeye yetiyor. Hizbullah devlet ilişkisini dönemin İçişleri Bakanı I. Sezgin ise “Hizbullah’ın PKK’ye karşı örgütlendiği”ni, OHAL Valisi Ünal Erkan da “PKK çözülmedikçe Hizbullah tipi militan örgütleri çözmeye niyetlerinin olmadığı”nı ifade etmekteydiler. Devlet yıllarca Kürdistan’da ulusal kurtuluşçu mücadeleye karşı dinsel gericiliği ve siyasal islamı destekledi/geliştirdi. Bütün düzen partilerinin etkisini yitirdiği koşullarda RPFP, MGK’nın Kürdistan’da en önemli dayanağı oldu. Fakat MGK bununla da yetinmeyerek, yurtsever devrimci harekete karşı vurucu güç olarak Hizbullah’ı devreye soktu. Örgütlenmesinin ve gelişmesinin koşullarını yarattı. MGK, siyasal konjonktür içerisinde ihtiyaç duyduğu sürece geliştirdiği Hizbullah’ı, ulusal hareketin yenilgi sürecine girmesiyle artık ihtiyaç duymadığı için tasfiyeye yöneldi.

Siyasal İslam FP ve İç Mücadele

Siyasal islamın iç mücadele si ve gerilemenin iç mücadelede ortaya çıkardığı sonuçları esas olarak FP merkezli değerlendireceğiz. Fakat öncelikle belirtmek gerekir ki Türkiye’de siyasal islam, yalnızca FP’de toplanmadığı gibi, FP de tek sesli homojen bir yapı değildir. Bu yüzden siyasal islamın genel tablosuna kısaca göz atmak ve farklılıkları ve bu farklılıkların ideolojik ve politik nedenlerine kısaca da olsa değinmek gerekmektedir.

İslam dini, diğer büyük dinlerden farklı olarak bir devlet dini, toplumsal, siyasal, hukuksal yaşamın bütününü düzenleyen bir din olarak ortaya çıktı. İslamiyet’in Kur’ana, sünnete ve Muhammed’in hadislerine dayalı olarak tek bir kaynaktan gelişmesi farklı yorum ve algılayışları da dıştalamaktadır. Bu yüzden islamda Tevhit (birlik) anlayışı, islamın esaslarının yorumu ve uygulamasının tekliğini esas alır. Buradan bakıldığında islamın yorumlanmasının tek olacağı düşünülse de, durum hiç de böyle değildir. İslamiyet’in her yorumu ‘öz’, ‘hakiki’, ‘gerçek’, ‘doğru’, ‘biricik’ yorumun kendi yorumu olduğunu kabul etmek ve diğerlerinin ‘İslamiyet’e uymadığını’ belirtmek durumunda olmuşlardır. Bu durum, doğal olarak çok parçalı siyasal islam gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Siyasal islamın çok parçalı yapısında bu türden içsel nedenlerin yanında; ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullarda ortaya çıkan değişiklikler; emperyalizmin ve islami devletlerin politikaları ve uluslararası ilişkileri, çıkar ve menfaatleri gibi çok sayıda dışsal etken sürekli bir tarzda farklı yorumların ortaya çıkmasını beslemektedir. ‘80’li yıllara kadar ılımlı reformcu islam projeleri ağırlıklı olarak gelişirken; ‘80 sonrası dönemde daha çok islami fundamentalizm gelişmiştir. Siyasal islam içi tartışmalar, farklı yorum ve uygulamalar, Türkiye’de olduğu gibi dünya genelinde bir gerçekliktir. Ortadoğu’da ve dünya genelinde değişik orijinlerden beslenen siyasal islamın, değişik eğilimlerinin çeşitliliği bunun ifadesidir. Ikisi de şeriat hükümlerine göre yönetilen Iran ve Suudi Arabistan’ın birbirine karşıtlığı, Iran islam rejiminin Afganistan’da şeriatçı Taliban örgütüne yaklaşımları vb. bu farklılıkların tipik örnekleridir. Son çeyrek yüzyıl boyunca islami fundamentalistin gelişmesi, farkları daha fazla derinleştirdi. Şeriat kurallarına göre yönetilen ülkelerde bile rejimin alternatifi islami akımlar, ortaya çıkmakta ve gelişebilmektedir.

Siyasal islam, çeşitli ara biçimleri dıştalamak kaydıyla, reformcu ve kökten dincilik biçiminde iki ana başlık altında gruplaşmaktadır. Islami reformizm, değişen dünya koşullarına ve bu koşullarda islamın geleneksel yorumunun artık yanıt olmayacağından hareketle; islamı, modern toplum yapısının, toplumsal, siyasal, hukuksal, kamusal ve ekonomik gereklerine uyarlamayı esas alırken; kökten dincilik ise islamın her türlü yeniden yorumlanması, yumuşatılması, uzlaşma, taviz verme vb. dıştalayarak, bu türden çabaları “küfür” saymakta, öze dönüşü, modern kapitalist toplumu islami kurallara göre yeniden örgütlemeyi, biçimlendirmeyi, şeriat kurallarına dayalı teokratik bir din devleti kurmayı hedeflemektedir. Kapitalist sömürü çarkının islami renklerle de birleştirilerek devamının sağlanması, bütün karşı söylemlerine rağmen her iki akımın da birleştiği halkalarından birini oluşturuyor.

Türkiye ve Kürdistan’da siyasi islam, ‘80 sonrası dönemde bütün renkleri ve versiyonları ile gelişme gösterdi. Siyasal islamın yükselişi, farklılıkları daha fazla kapatıcı bir rol oynarken; 28 Şubat sürecinin sonuçları ve siyasal islamın gerilemesi/geriletilmesi, farklılıkları ve çatlakları bütün boyutlarıyla ortaya çıkaran, derinleştiren yeni kamplaşmalar yaratan bir özellik taşımıştır.

Siyasal islam içi tartışma ve kamplaşmalar, evrensel özelliklerin ve dışsal etkilerin yanında, Türkiye’ye özgü, özgün çizgiler de taşımaktadır. Modern toplum ve devlet yapısıyla ilişkisi; devlet ve resmi ideolojiye yaklaşım ve ilişkiler, evrensel islam ve Türk islamcılığı ya da bu ikisinin Türk islam sentezleri; örgütlenme tarz ve yöntemlerine yaklaşımları; parti örgütlenmesi, tarikat, cemaat, vakıf, dergi vb. farklılıklar; mezhepsel ayrılıklar, toplumsal dayanaklar ve ekonomik menfaatler; uluslararası bağlantı ve ilişkiler vb. kaynaklanmaktadır. Elbette bunların her biri ayrı bir değerlendirme konusu olduğu gibi bunlara bir dizi farklılık nedenleri de eklenebilir. Bunlardan kimileri temel, kimileri ise talidir.

Türkiye’de siyasal islam, esas olarak, devletle ve rejimle çatışma içerisinde gelişmedi. Devletle iç içe ve sistemin ortak çıkarları çerçevesinde bütünleşen, devlete hizmette kusur etmeyen bir çizgide, sisteme, ideolojik, politik çizgisiyle paralellik göstererek gelişti. Tarikatlar da varlık koşulunu ve örgütlenmesini bu şekilde sürdürdüler.

Devlet desteğiyle ve devletle iç içe gelişme, devletin her kademesinde örgütlenerek ‘evrimci’ bir yolla devleti ele geçirme stratejisi izlediler. Siyasal islamın tarihsel arka planında da esas olarak devletle çatışma çizgisi hakim, hatta ciddi bir eğilim olmamıştır. Cumhuriyetin ilk on yıllık sürecinde kısmen var olan çatışma kemalizmin iktidarını pekiştirmesiyle islami muhalefet ezilmiş; çok partili dönemle birlikte de yerini devlet kontrolünde gelişmeye bırakmıştır. Siyasal islamla resmi ideoloji arasında ideolojik düzlemde belli bir çatışma ve karşıtlık tan söz edilmelidir. Türk burjuva devletinin kurucu gücü kemalist burjuvazinin uluslaşmayı ve batıyla bütünleşmeyi temel alan ideolojisiy le, siyasal islamın ümmetçi ‘milli’ci ve batı karşıtı ideolojisi şöyle ya da böyle bir karşıtlık içerisindedir. Bu yüzden resmi ideoloji ile islami ideoloji cumhuriyet tarihi boyunca (öncesinde de Pan- Islamizm, Pan-Türkizm, Osmanlıcılık arasında) değişik düzey ve biçimlerle karşıtlık ve mücadele içerisinde oldu.

Gelenekçi Yenilikçi Karşıtlığı ve RP/FP

28 Şubat kararlarıyla, siyasal islam gerilemeyle birlikte değişim ve yeniden yapılandırma sürecine sokuldu. MGK, siyasal islamı iktidar alternatifi bir tehdit unsuru olmaktan çıkarmaya yönelirken, diğer taraftan da toplumsal gericiliğin bu güçlü odağını kabul edilebilir bir çizgiye çekerek korumayı esas almaktaydı. Kabul edilebilirlik, güçlerinin sınırlandırılmasının yanında, ideolojik ve politik yapısının yeniden düzenlenmesini kapsıyor. Siyasal islam cephesindeki değişimin ve yeniden yapılanmanın uç veren görünümlerinin FP’nin süregelen politikalarında ve iç mücadelesinde görmek mümkündür. Islami sermayenin patronlarının derneği MÜSIAD cephesinde yaşanan gelişmeler, aldığı kararlar vb.’de bu değişimin diğer bir görünümünü oluşturuyor. Değişim ve yeniden yapılanma her cephede ve çok yönlüdür. FP’den islami sermayeye, tarikatlardan dernek, vakıf ve cemaatlere, medyasından aydın elitine, yaşam tarzından kültürüne, ideoloji ve politikasından örgütlenmesi ne uzanan tarzda değişim süreci devam etmektedir. 14 Mayıs’ta yapılacak olan FP kongresi ve “FP’lilere bırakılmayacak kadar önemli olan başkanlık yarışı”, bu değişim süreci içerisinde bir yere oturmaktadır.

RP ve siyasal islam, 28 Şubat sürecine beklenmedik ve hazırlıksız yakalandı. Belediye ve yerel seçim ‘zafer’lerinden sonra nihayetinde REFAH-YOL hükümetinin kurulması siyasal islamın kendine güvenini artırmış, temsil ettiği sınıflar adına iktidardan daha fazla pay istemeye, iktidar alternatifi olmaya başlamıştı. DYP ile ittifakı da hem iktidarı isteme pozisyonunu güçlendiren, hem de kendi sine güvenini fazlasıyla artıran bir rol oynamıştır. Bu gelişmeler RP’yi daha az ihtiyatlı davranmaya zorluyordu. RP’nin düzen yanlısı devletçi karakteri ve devletle iç içeliği, bu düzeyde bir yönelim beklenmesini sağlıyordu. Bu yüzden Susurluk örneğinde olduğu gibi hiçbir şey yokmuş gibi davranmak, önemsemez görünme ve savuşturma yaklaşımı içerisinde oldular. Fakat Aczimendiler operasyonu ile başlatılan, baş döndürücü bir hızla tırmandırılıp gerginleştirilen gelişmeler, 28 Şubat kararlarıyla siyasal islamın tepetaklak edilme sürecini de başlatacaktı.

MGK’da generallerin baskısıyla 28 Şubat kararlarının altına imza atan RP, hükümette olduğu sürece yatıştırma, savuşturma tutumunu sürdürerek, ciddi bir durum yokmuş gibi davranmaya devam etti. Hükümetin yıkılması sonrasında da RP, savunma pozisyonunu artırdı. Politikalarına yön veren de bu savunma pozisyonu oldu. Bu tablo içerisinde RP’nin kapatılması ve Erbakan ve diğer parti yöneticilerinin 5 yıl süreyle siyasetten men edilmesi de sükunetle karşılandı. RP’nin yerine kurulan FP ise, daha ihtiyatlı ve ılımlı bir çizgide politika yürüttü. Başkanlığa da emanetçi olarak daha ılımlı olduğu söylenen ve propaganda edilen Recai Kutan getirildi.

28 Şubat süreci derinleştikçe RP- FP ve siyasal islama karşı generallerle tekelci sermaye ittifakının, medya ve yargının da aktif desteğiyle sürdürdüğü mücadele, kuşatma ve basıncın yoğunlaştırılması, tecritin derinleştirilmesi biçimlerinde devam etti. FP’nin hareket sahası ve etkinliği sınırlandıkça iç gerilimi de artarak devam ediyordu. 28 Şubat siyasal islam tabanında ciddi bir gerilim ve tepki yaratsa da rejimle ciddi bir kapışma yönelimine dönüşmedi. 8 yıllık eğitim, türban yasağı vb. üzerinde örgütlenen cuma gösterileri de, devletin kolluk güçlerinin yönelimiyle birleşerek süreç içerisinde yok oldu. Bu gösterilere katılım ülke genelinde yaygınlaşarak nispeten geniş bir katılımla gerçekleştirilse de, siyasal islamın gerçek siyasal, örgütsel ve kitlesel gücünü yansıtmaktan çok uzaktı. RP FP yöneticileri eylemleri doğrudan üstlenme cesareti göstermedikleri gibi, daha ileri götürecek bir bakış açısına da sahip değildirler. Esas olarak güçlerini korumayı, kitle tabanını bir arada tu tarak politik hakimiyetini sürdürmeyi ve üzerinde yoğunlaşan kuşatmada ve karşı ittifakta gedikler açmayı amaçlıyorlardı. RP içerisinde örgütlenmiş daha radikal çevre ve güçlerin etkinliğinin kırılması, eylemlerin olası kontrolden çıkma ihtimallerinin bütünüyle yok edilmesi ve tabanın tepkisinin nötralize edilmesi de amaçlananlar arasındaydı. Eylemlerin bütünüyle barışçı geçmesi ve süreç içerisinde de sessizce sönüp gitmesi en başta da parti yöneticilerinin isteğiydi. RP ve siyasal islamın örgütlediği eylemlerin süreç içerisinde sönüp gitmesinden iktidardaki güçlerle çatışmalı bir pozisyona girmek istek ve cesaretinden yoksunluğun yanında MGK’nın şeriat karşıtlığı ekseninde, “sivil inisiyatif’ adı altında “laiklik” cephesini örgütlemesi de etkili oldu. Çeşitli sendika ve işveren örgütlerinden ADD, ÇYDD gibi derneklerden, Aydınlık, Cumhuriyet gibi gazete ve çevrelerden CHP, IP, DSP gibi partilerden kimi kemalist aydınlara kadar geniş bir yelpazede oluşturulan bu MGK solcusu, kemalist laikçi cephe; kitlesel karşı blok biçiminde siyasal islam üzerindeki basıncı yoğunlaştırarak siyasal etki ve etkinliğini kırarken, MGK ve generallerin kitle tabanını ve meşruiyetini genişletme işlevi de oynuyordu. Düzenle ve devletle bütünleşmiş ve onun içinde önemli bir yer edinmiş, siyasal temeli, tarihsel gelenekleri ve şekillenişi itibarıyla RP FP yöneticilerinin başka türlü davranması da beklenemezdi. MGK, RP’nin kapatılmasına “irticai faaliyetlerin odağı haline gelme”yi gerekçe gösteriyordu. Bu anlamda hedef, daha çok RP değil, RP içinde radikal unsurların etkinliği idi. 28 Şubat’a kadar etkinliğini ve kitle gücünü artırıyor diye RP yöneticileri daha radikal ve dinci güçlerin örgütlenmesine ses çıkarmamıştı. Tıpkı Hizbullah’ın gelişmesine toplumsal tabanını genişletiyor diye ses çıkarmadığı, himayeci yaklaştığı gibi. Gelinen aşamada bu güçlerin tasfiyesi ve etkinliğinin kırılması MGK’nın olduğu kadar RP yöneticilerinin de hedefleri arasındaydı. Daha doğrusu, MGK ve generallerin basıncı bunu gerektiriyordu. Bütün kaypak ve ikircimli çizgisine rağmen kökten dinci bir hareket olan RP FP, ye ni süreçte radikal unsurlardan arınmayı, en azından daha dolaylı ilişkilere girmeyi, siyasal faaliyetini sürdürebilmenin temel bir koşulu olarak görüyor.

Siyasal islam üzerindeki MGK’nın kuşatma ve tecrit politikası, siyasal islamın gerilemesiyle birleşerek FP’nin politikalarına ve iç gelişmesine de yön veren temel bir unsur oldu. Savunma pozisyonu “adil düzen”, “hakça paylaşım”, “antibatı”, “antikapitalizm”, “anti ABD” seslerini esas olarak bir tarafa bırakarak, insan hakları ve demokrasi yanlısı bir görünüm ve politika izlemeye yöneltti. Fakat bu demokrasi anlayışı, onlar için demokrasi, onlar için insan hakkıydı. Onlar demokrasiyi T. Erdoğan’ın deyimiyle “istedikleri durakta inecek bir tramvay” olarak görüyorlardı. Bu yüzden de inandırıcı olmayan, demokrasi düşmanı yüzlerini gizlemeye yetmeyen bir söylemdi. Onlara göre başörtü sorunu bir insan hakları sorunuydu, düşünce yasakları ve 312. madde onlara da zararı dokunduğu için demokrasiye aykırıydı. Parti kapatılması, siyasi yasak, imam hatipler, tutuklamalar, başörtüsü vb. hepsine demokrasi ve insan hakları söylemiyle yaklaştılar. Rejimin laiklik anlayışının baskıcı “din düşmanı” olduğunu ifade ederek, batının laiklik anlayışını benimsediklerini söylediler. İnsan hakları ve demokrasi söylemi, batılı güçlerin ve ABD’nin desteğini almak için de önemliydi. ABD’nin parti kapatma, düşünce suçu, siyasi faaliyet yasağı, R. Tayyip Erdoğan’ın tutuklanması, Merve Kavakçı olayı gibi gelişmeler karşısındaki destekleyici açıklamaları da cesaretlerini artırıyor, bu yönlü bir politik çizgi de derinleşmelerini sağlıyordu. Rejime ve iktidar erkine karşı muhalefetleri de, laiklik ilkesine yaklaşımla sınırlı bir seviyede ve sözde bir in san hakları çizgisiyle sınırlı kalıyordu. Onlara göre rejimin laiklik anlayışı baskıcıydı ve bir çeşit irticaydı.

Demokrasi ve insan hakları söylemli politik çizgi, meşruiyet kazanma hedefi de taşıyordu. Bu söylem sayesinde mazlum ve mağdur, haksızlığa uğramış hissi ve düşüncesini uyandırmaya çalıştılar. Bu sayede içeride ve dışarıda yeni ittifaklar kurarak, bu ittifaklar üzerinden tecriti parçalamayı hesaplıyorlardı. Yeni ittifaklar yaratmada kısmen başarılı da oldular. Başörtü eylemleri sürecinde kimi sol çevrelerin ortak eylem örgütleme çabaları bunun en uç görünümüdür.

Madalyonun bir yüzünde sözümona insan hakları ve demokrasi dururken, öbür yüzünde daha fazla devletçi davranma yönelimi ve pratiği yer alıyordu. Gösterilerde Türk bayrağı yoğun bir aksesuar, şoven ve devletçi söylem ise ön plana çıkarılan bir motif oldu. Generallere ılımlı mesajlar ve övücü açıklamalar yapmaktan geri durmadılar. Devrimci harekete ve ulusal harekete düşmanlıklarını her fırsatta sergilediler. Onlara göre “bölücü” ve “sol terör” vardı ve Türkiye’de “tehdit”i bu güçler oluşturuyordu. Devlet, siyasal islama, “müslümanlar”a değil, bu güçlere yönelmeliydi. Generallere ve iktidara dönük eleştirilerini bile solculuk suçlaması üzerinden yürütüyorlardı. Şeriatçı basın, devri mci ve ulusalcı güçleri hedef göstermeye ve bu sayede baskıyı siyasal islamın üzerinden savuşturmaya özel önem veriyordu. Şoven politikalarda diğer güçlerden hiç de geri kalmıyorlardı. Suriye krizi ve Yunanistan’la yer yer yaşanan gerginliklerde devletçi ve koyu şoven bir politika izlediler. A. Öcalan’ın idam tartışmasını bu çizginin rafine bir yansımasından başka bir şey değildi. Öcalan’ın asılması yönünde propaganda yürüterek, hem Kürt ulusuna düşmanlık kusuyorlar, hem de devrimci ve yurtsever harekete düşmanlığını ve hedef gösterici çizgisini sergiliyorlardı. Devletçi, şoven, devrim düşmanı politik çizgileri gerçek çizgileri olmanın yanında, mutlaka ki devlet nezdinde prim toplama ve yaranma hedefi taşımaktaydı. Onlar Öcalan’ın idamı, Kürtlerin ve devrimcilerin katledilme si, işkence, tecavüz, yargı sız infazlar vb. bir dizi faşist terör konusunda sessiz kalarak ne yaman bir demokrasi savunucusu olduklarını gösterdiler.

Siyasal islamın ve RP- FP’nin izlediği taktikler, gerilemesini engellemeye yetmedi. Süreç, inişli çıkışlı bir seyir izlese de MGK’nın istediği doğrultuda devam etti. 18 Nisan seçimleri, siyasal islamın politik inandırıcılığını yitirdiğini gösterdiği gibi, gerilemenin de net bir görünümü olarak ortaya çıktı. Fakat bu politik çizgide ısrardan başka bir olanakları ve tutunabilecekleri bir yol da yoktu. Seçim sonrasında da daha güçsüzleşmiş olarak aynı politik çizgiyi savunmacı temelde sürdürdüler. Meclisin açılışında, Merve Kavakçı’nın türbanlı açılış yapma isteği kapışmanın ve gündemin ana konusu oldu. MGK’nın sert tepkisi ve Ecevit’in “meclis devlete meydan okuma yeri değildir” şeklindeki sert açıklaması gerginliği tırmandırdı. Mecliste türban krizi “devlete meydan okuma” olarak değerlendiriliyordu. Süreç içerisinde bu sorun gündemden düşürüldü. Fakat FP türban sorununu politik malzeme yapma tavrını yine de sürdürdü. Hatta denilebilir ki, en önemli etkinliğini ve politik refleksini bu sorun üzerinde yoğunlaştırdı. Üniversitelerin açılmasıyla türbanlı öğrencilerin eylemi üzerinden bu politika sürdürüldü. Hizbullah operasyonunun başlatılmasıyla, türban eylemleri sessizce devreden çıkarıldı.

Hizbullah operasyonunun başlamasıyla dikkatler yeniden siyasal islama yöneltildi. Faturanın kendilerine de çıkarılacağını, operasyonların değişik biçimlerde kendilerini de içine alacağını hisseden FP, Recai Kutan’ın çıkışıyla karşı atak yapmak istedi. Hizbullah’ın devletle ilişkisine atıfta bulunarak "tankları Sincan sokaklarına süreceğinize neden Hizbullah çetelerinin üzerine sürmediniz ” açıklaması, belirli düzeyde politik meydan okuma, Hizbullah devlet ilişkisini eşeleme ve deşifre etme yönelimini de ifade ediyordu. Fakat Genelkurmay’ın doğrudan FP’yi “irticai odak” olarak hedef alan sert açıklaması, FP’yi geleneksel takiye politikasına zorladı. Bu sefer fatura daha da ağır çıktı. Parti, parçalanmanın eşiğine geldi, Hizbullah üzerinden yürütülen saldırı ve teşhir kampanyası etkili oldu. FP, kitleler nezdinde derin güvensizlik ve kuşkuyla yüz yüze geldi. Her ne kadar FP Hizbullah cinayetlerini “biz her türlü teröre karşıyız” söylemiyle kendi dışında bir şey olarak göstermeye çalıştıysa da yıllarca islami tabanı genişletiyor diye gelişmesine ses çıkarmamış, dolaylı da olsa ilişkilere girmişti. MGK ve medya, H. Velioğlu’nun MSP’li MTTB’ye dayanan geçmişi üzerinden bu bağı kurdular. Hizbullah’in dinsel vahşeti ile FP ve siyasal islamın bileşimi kuruluşlar arasında paralellikler yarattılar.

Hizbullah vahşetinin oluşturduğu yoğun gündemin atlatılmasının ardından FP cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden 312. ve 69. maddeyi pazarlık konusu olarak ön plana çıkarmaya çalıştı. Bu süreç, politik ataletini aşmasında kısmen bir rol oynadıysa da istediği sonucu elde etme sine yetmedi. Demirel’in bir dönem daha Cumhurbaşkanı olmasının engellenmesinde oynadığı rollerde, yapılan bütün hesaplamalara kendilerinin de katılması gerektiğini göstermeye çalıştı. RP’nin hükümetten düşürülmesinden sonra, RP- FP mecliste dahi ana muhalefet partisi olmanın gereğini yerine getirememiş, mecliste “özgül ağırlığını yitirmiş”tir. Cumhurbaşkanlığı tartışmaları, politik hesaplar ve meclis aritmetiği içerisinde hesaba katılma yönlü bir hamledir.

Gelenekçi Yenilikçi Çatışmasının Anlamı

RP’nin yerini FP’nin almasıyla, öncesinden zaten var olan iç mücadele zemini, FP’yle birlikte bu zemin üzerinde yoğunlaşarak gelişti. Erbakan’ın parti üzerindeki otoritesi ve karizmatik önderliği tartışmasızdı. Siyasi yasaklı haline gelmesiyle FP üzerindeki ağırlığını, gerek “emanetçi” Başkan R. Kutan ve diğer “ak saçlılar” üzerinden, gerekse de kimi zaman doğrudan müdahaleleriyle sürdürmeye çalıştıysa da, durum eskisi gibi değildi ve olamazdı. 28 Şubat’la başlayan süreçle de parti sürekli kan kaybediyor, ideolojik-politik etkisi adım adım zayıflıyordu. Bu koşullarda FP içerisinde iç mücadele, gelenekçi-yenilikçi karşıtlığı biçiminde uç vererek gelişti. Medyanın sorunu sürekli eşelemesi ve yenilikçileri destekleyici, teşvik edici haber ve yayınları da sorunun sürekli gündemde tutulmasına hizmet etti. FP yöneticileri parti içinde böylesi bir iç mücadelenin olmadığını, medyanın kışkırtması olduğundan dem vurdular. Fakat Hizbullah operasyonları sürecinde, FP’nin izlediği politikalar ve R. Kutan’ın açıklamaları; partiyi parçalanmanın eşiğine getirdiği gibi, yenilikçi- gelenekçi ekseninde iç iktidar kavgasını da gizlenemez hale getirdi. Aslında FP içerisinde iki değil daha fazla güç merkezi ortaya çıkmıştı.

Yenilikçi kanadın kendi içerisinde Abdullah Gül’ü Kutan’ın karşısına başkan adayı olarak çıkarmaları ve yaklaşan kongreye bağlı olarak faaliyetlerini yoğunlaştırmaları, iç iktidar kavgasının şiddetini de artırarak devam etmesini sağladı. Kongreye kadar ve kongrede eldeki bütün kozların oynanması beklenmelidir.

Milli görüş çizgisi, Nakşibendi tarikatı ağırlıklı olarak ortaya çıkan, MNP ile başlayıp bugüne gelen gelenekte Erbakan’ın otoritesini tartışan ya da muhalefet eden herkes partiden dışlanmıştır. Partinin kurulmasında, Erbakan’ın liderliğinin pekişmesinde önemli rolü olan Nakşibendi tarikatı lideri Şeyh Zahit Kotku’nun, 1980’de ölmesinden sonra yerine geçen damadı Prof. Dr. Esat Coşkun bile, Erbakan’ı, tarikat mensubu olarak kendisine bağlı hareket etmesini isteyince partiden dışlanmıştı. Bu tür tek tük örneklerin dışında Erbakan’ın otoritesine dönük ciddi hiçbir tartışma yapılmamış, parti mensupları bütünüyle Erbakan’a biat etmiş ve tersi örnekler yaşandığında da dışlanmışlardır. ‘91 seçimlerinde MHP ve IDP ile yapılan seçim ittifakına muhalefet eden Kürt milletvekilleri partiden ayrılmıştı. ‘91 sonrası partinin hızlı gelişimi, geleneksel tabanını aşıp sosyal tabanını genişleterek merkeze oturma sorununu gündeme getirmiş, bu yönde imaj değişikliği, değişim politikası uygulanmıştı. Değişim politikası ‘94 ve ‘95 seçimlerinde de yoğunlaşarak devam etti. Kadın milletvekili adayları, başı açık parti üyeleri, Alevilerle ilişki kurma çabası, çevre sorunları vb. değişimin yansıması olarak kullanılarak, RP’nin “kitle partisi” olduğu, bütün toplumsal kesimlere seslendiği görüntüsü ve propagandası yapıldı. Bu değişim politikası geleneksel tabanda tepki yaratsa da, RP’nin hızlı yükselişi çatlak seslerin çıkmasını engelledi.

Bugün “emanetçi- icazetçi” vurgusuyla dolaylı biçimde tartışılan Erbakan’ın parti üzerindeki otoritesidir. Yenilikçilerin “partinin dışarıdan yönetilmesinin yanlışlığı”nı ifade etmesi, A. Gül’ün “emanetçi olmayacağı”nı dile getirmesi, Erbakan’a doğrudan olmasa da dolaylı bir başkaldırıdır, Erbakan’ı parti üzerindeki etkisini kırarak manevi bir lider durumuna getirme çabasıdır. “Gelenekçiler” ise “yenilikçiler”i, Erbakan’ın Gül’ün adaylığına onay vermediğini söyleyerek, “teammüllere” aykırı davranmakla, partiyi böldükleri, parti disiplinini zayıflattıkları ifadeleriyle suçluyorlar. Her ne kadar iki kesim de, partide böyle bir çatışmanın olmadığı, “hizmet yarışı”ndan söz edilebileceğini söyleseler de, gelinen aşamada iç iktidar mücadelesi iyice kızışmış durumda. Il kongreleri ve Gül’ün çeşitli il binalarına sokulmaması vb. bunu gösteriyor. Gizli kapılar arkasında, sessiz ve derinden yürütülen iç mücadele, kongrenin yaklaşmasıyla artık açıktan yürütülüyor. Şeriatçı basın da, kendi içinde saflaşarak sorunu değişik biçimlerde tartışıyor, islami sermayenin patronları MÜSlAD kongresinde “değişim” yanlısı ve “yenilikçiler’ ’den yana tavır alarak, iç mücadeledeki yerlerini belirlediler.

FP içerisindeki iç mücadele, ikiden fazla güç merkezini ortaya çıkardı. “Yenilikçi” olarak ifade edilenler ise en fazla popüler ve en çok işlenenleri oldu. Bu kesim A. Gül, B. Arın, A. L. Şener gibi Milli Görüş geleneğinden yetişip gelen milletvekillerinin yanında; Ali Coşkun, A. K. Aksu, C. Çiçek gibi ANAP kökenli milletvekillerinden oluşuyor. Yenilikçilerin manevi liderliğini, siyasi yasaklı, kitle ve teşkilat üzerinde önemli bir etkisi olan Tayyip Erdoğan’ın yaptığı ifade ediliyor.

Yenilikçiler, politik yönelimlerinin özünü “reel politika yapacağız” diye açıklıyorlar. “Reel politika” ile anlaşılması gereken de, A. Gül’ün "referansım demokrasi, anayasa ve kanunlar olacaktır, ” "laikliğe bağlı kalacağız ” açıklamalarında karşılığını buluyor. Siyasal islamın gerilemesi yalnızca fiziki değildir, aynı zamanda politik, ideolojik bir gerilemedir de. Bu gerilemeyi, RP’nin yerini alan FP’de görebiliriz. Ama esas olarak “yenilikçiler”in politikalarında somutlaşmıştır. 28 Şubat süreci, FP içerisinde kendi izdüşümü bir hizip yarattı. Amerika’nın kontrol edilebilir istikrarsızlık, ılımlı islam politikasının; MGK’nın siyasal islamı ehlileştirerek kontrol altına alan yöneliminin sonucu bu zemin üzerinden bir çatlağın ortaya çıkması oldu. “Yenilikçiler” FP’yi, sistemle bütünleşmiş, resmi ideolojiyle uyumlu bir yapı haline getirmeye çalışıyorlar.

Aslında “gelenekçiler”le, “yenilikçiler” arasındaki farklılık programatik görüşler üzerinde olmaktan çok, söylemde, üslupta, yaklaşım da ve imajdadır. Yoksa değişim sürecine giren yalnızca “yenilikçiler” değil, FP’nin bütünüdür. Medya da bu imaj ve yaklaşım sorunu üzerine hareket ediyor. A. Gül’ün, Erbakan’ın Libya gezisine karşı çıkmasından, Hülya Avşar’a hayranlığından, ılımlı yaklaşımlarından, ABD’yle ilişkilerinden, vb. dem vuruyorlar. Elbette “yenilikçiler”in yönelimleri ve hedefleri bir politik zemine oturmaktadır, "reel politika ”, "yenilenme”, "değişim”, "kendi kendini yönetme”, "laikliğe önem verme”, "anayasa ve yasalar çerçevesinde davranma”, "demokrasiyi referans alma”, sistemle daha fazla bütünleşmeyi sağlayacak bu politik zeminin sihirli sözcükleridir.

FP bir taraftan kılıçların karşılıklı çekileceği 14 Mayıs’ta yapılacak kongreye hazırlanırken, diğer taraftan da Anayasa Mahkemesi’nin kapatma tehditi altındadır. Genelkurmay’ın “irticai odak” olarak göstermesi ve diğer veriler, FP’nin de kapatılma ihtimalinin yüksek olduğunu gösteriyor. RP’nin yerini daha ılımlı ve kontrollü politikalarıyla FP’nin alması, anlaşılan, MGK için yeterli görülmedi. MGK’ya göre FP “RP’nin devamı irticai bir odak”tır. Buradan hareketle FP’nin kapatılması davası ile; l) Siyasal islamın daha ılımlı, sistemle ve resmi ideolojiyle daha uyumlu bir çizgiye çekmek; 2) “Yenilikçi” kanadın parti içerisindeki etkinliğini artırmasına uygun zemin ve olanak yaratmak; 3) Siyasal islamın daha fazla gerilemesini sağlamak biçiminde özetlenebilir. Kapatma davasının sonuçlanması, kongreden sonraya bırakıldı. Bel ki de kongrede ortaya çıkacak tablo FP’nin de kaderini belirleyecektir.

Ayrıca kongrede A. Gül ve “yenilikçiler”in Erbakan’a karşı söylem ve duruş içerisinde “zafer”le çıkmaları da zayıf bir ihtimal olarak gözüküyor. “Yenilikçiler” üzerine hesap yapanlar da zaten, yalnızca kongreyle sınırlı kısa vadeli bir hesap içerisinde değiller. FP’nin kapatılması da bu kapsamda bir yer tutuyor. Yine çok güçlü bir olasılık olmasa da, gelişmeler FP’nin parçalanması ve belirtilen çizgide yeni bir partinin ortaya çıkmasıyla da sonuçlanabilir. Fakat her durumda siyasal islamın gerilemesi, ideolojik/politik ve örgütsel biçimlerde devam edecektir. İç çatışmanın devamlılığı ve olası “yenilikçiler”in zaferle çıkması da siyasal islama kan taşımak şöyle dursun, FP’nin kan kaybetmesinin devamını sağlayacaktır.

Çıkan Sonuçlar ve Devrimci Görevler

Siyasal islam, gelinen aşamada hâlâ ciddi bir güçtür. Ve örgütlenme düzeyi, ideoloji ve politikalarıyla toplumsal gericiliğin temel ve güçlü odaklarından biri olma konumunu sürdürmektedir. Geniş kitleler nezdinde güvenilirliğini yitirmiş, gelişme olanakları ve potansiyeli sınırlanmış ve savunmaya çekilmiş olması bu gerçeği değiştirmiyor. MGK ve sistemle güncel olarak çatışmalı bir politik zemin üzerinde durmaları, onların toplumsal gericiliğin bir odağı olduğu, devrimci hareketin gelişmesinin önünde ciddi bir engel oluşturdukları gerçeğini de değiştirmiyor. Gerileyen bir güç olarak siyasal islamın varlığı, marksist leninist komünistlere bir dizi ideolojik, politik ve pratik mücadele görevini çıkarmaktadır. Siyasal islamın gerilemesi, bu karşıdevrimci, gerici güç merkezine karşı görevlerimizi hafifletmek şöyle dursun daha da ağırlaştırmaktadır.

Siyasal islam, kitlelerin düzene karşı tepki ve hoşnutsuzluklarının dinsel temelde istismarı üzerinden gelişti. Rejim karşıtı argüman, slogan ve şiarları kullandı. Devrimci örgütlenme ve çalışma yöntemlerini taklit etti. İşçi ve emekçi yığınları gerçek sorunlarından ve bu sorunların çözümünden uzaklaştırarak ilahi bir güce tapınmaya ve kaderciliğe terk etti. Söylem ve sloganları üzerinden kitleler onu, düzen alternatifi olarak görüp değerlendirdiler. Kitlelere güven veren politik bir seçeneğin olmaması/umutsuzluk içerisindeki kitlelerin düzene olan tepkilerini din istismarı temelinde sömürmeyi başarmasıyla politik olarak yükseldi. ‘91 sonrası revizyonist kampın çözülmesi ve burjuvazinin sosyalizme yönelik kapsamlı politik saldırıları üzerinden, dinsel ideoloji bir kurtuluş umudu ve kapitalizmin alternatifi olarak görüldü/gösterildi. Emperyalist egemenler ve işbirlikçi diktatörlükler, kitlelerin düzen dışı tepkilerini siyasal islam ve milliyetçilik üzerinden yeniden düzene ve kapitalizme bağladılar.

Emperyalist strateji ve taktiklerin siyasal islam ve milliyetçilik politikasının, en fazla sonuç verdiği ülkelerden birisi de Türkiye ve Kürdistan oldu. Fakat geride kalan süreçte görüldü ki siyasal islam, rejim ve düzen alternatifi değildir. Bu düzenin bir parçasıdır ve devletçidir. Onlar daha belediyelerdeki uygulamalarıyla, “adil düzen”in bir sahtekarlık olduğunu göstermişlerdi. Binlerce işçiyi işten atarak, rant kavgasına girişerek, islami sermayeye yeni rant alanları açarak, sömürü çarkının en azılı sürdürücüleri olarak, hakça ve eşitçe paylaşımdan yana değil, kapitalist barbarlıktan yana olduklarını gösterdiler. Hükümet oldukları dönemde ve sonrasında da söyledikleri ve şiarlaştırdıkları her şeyin tersini yaptılar. Anti -ABD, Antisiyonizm ve AntiBatıcılık propagandalarıyla kitle desteği sağladılar. Hükümet olunca ilk işlerinden biri ABD’ye ziyarette bulunarak, bağlılıklarını gösterme, icazet ve kabullendirme çabası oldu. ABD ziyaretinde Erbakan’ın yanında “yenilikçi” A. Gül, vitrini oluşturuyordu. RP’nin hükümete gelmesi, efendi-uşak ilişkilerini değiştirmemiş, sadece figüranın değişmesini sağlamıştı. 28 Şubat süreci ve siyasal islamın gerilemesi, ABD emperyalizminin bölgesel stratejilerinden bağımsız değildi. Fakat onlar, R. Kutan’la ABD seferlerine devam ederek, ABD’den destek arama tutumlarını sürdürdüler. MGK’nın yönelimleri arttıkça dikkatlerini ABD’nin iki dudağı arasından çıkacak sözlere daha fazla kilitlediler. Yıllarca anti -siyonizmle, halkların ve kitlelerin siyonizme olan tepkisini istismar ettiler. Fakat İsrail’le stratejik askeri işbirliği anlaşmasını, “devletin ali menfaatleri” için imzalamakta tereddüt etmediler. MGK, 28 Şubat kararlarını da, İsrail’le yapılan anlaşmayı da Erbakan’a imzalattı. 28 Şubat’la birlikte, siyasal islamın büyük kısmı bütünüyle evcilleşti. Devletçi ve sistem içi bir güç olduklarını gösterdi.

Siyasal islamın kitleler üzerindeki politik etkisinin gerilemesi, ortaya çıkan boşluğu devrimci, sosyalist şiar ve sloganlarla doldurma, devrimci politikanın ve eylemin aktif bir sorunu haline getirme görevini ivedileştirmektedir. Yıllarca siyasal islama oy veren, destek olan emekçi kitlelerin, bugün kendiliğinden devrimci kanallara yönelmesini beklememek gerekir. Bir taraftan, siyasal islamın teşhiri kesintisizce sürdürülürken, diğer taraftan, özgün ve somut politika ve yönelimlerle boşluk doldurulmalıdır. Siyasal islamın, demokrasi, insan hakları sahte söylemleriyle, kitleleri aldatmalarına da izin verilmemelidir.

Siyasal islama karşı mücadelede ilkeli ve sağlam ideolojik duruş da son derece önemlidir. İşçi sınıfı ve emekçi milyonlar, faşist MGK diktatörlüğü ile şeriatçı dinsel totalitarizm ve laik şeriatçı karşıtlığı vb. biçimindeki somut görünümler arasında bir tercih yapmak zorunda değildir. Marksist leninist politika, işçi sınıfı ve emekçileri bağımsız sosyalist politikalarla örgütleyerek seferber etmeyi başarmak zorundadır. Elbette yalnızca taraf olmamak da yeterli değildir. Bu son derece edilgen, hedefsiz ve iddiasız, geri bir politik duruş olurdu. Her iki güce karşı da mücadele, devrimci ve sosyalist politika ve eylemin konusu yapılmak zorundadır. Her somut durum ve gelişme üzerinden işçi ve emekçiler seferber edilmelidir. Laik- şeriatçı karşıtlığıyla rejim işçi ve emekçileri bölüp-parçalamayı, gerçek sorunlarından uzaklaştırmayı amaçladı. Bunda önemli oranda başarılı olduğunu da kabul etmek gerekir. Fakat bu, eski gücünü ve etkisini adım adım yitiren bir politika haline gelmektedir

Siyasal islama karşı güncel mücadelede iki yönde var olan sapmaya dikkat edilmelidir. Birincisi; siyasal islamın demokrasi, insan hakları vb. söylemleri, MGK ve generallerle aralarındaki mücadeleden hareketle onların devrim düşmanı, gerici ve düzen yanlısı olduklarını görmezden gelerek, ‘devrimci taktik’ adına eylem birliği yapma çizgisidir. Üniversitelerde tek tip ve başörtü sorununa karşı “Vatan”cıların ve EMEP’lilerin birlikte hareket etme ve eylem birliği çabaları buna tipik örnektir.

İkincisi ise; siyasal islama karşı mücadeleyi faşist MGK diktatörlüğüne karşı mücadelenin önüne çıkarma çizgisidir. Bu, faşizme ve sermayeye karşı, devrimci görevlerden uzak durmanın da en kolay yoludur. Ve kaçınılmaz olarak, MGK solculuğu biçiminde rejime yedeklenmeyi getirmektedir. Aydınlık, Cumhuriyet, CHP, vb. başta olmak üzere kemalizmin değişik versiyonları MGK solculuğunun bayraktarlığını yapmaya devam etmektedirler. Sınıf içerisinde bu, MGK solculuğunun öncülüğünü DİSK yapmaktadır. MGK solcuları, işçi ve emekçileri gerçek hedeflerinden ve gerçek gündemlerinden saptırıyorlar. Bununla da kalmıyor, MGK ve faşist Türk burjuva ordusu hakkında ilerici hayaller yayarak rejimi aklamakta ve ona kan taşımaktadırlar.

Bu politika, çok daha tehlikeli ve revaçtadır. Türk burjuva faşist devletinin yeniden yapılandırılmasında kemalizmin kitleler üzerin deki ideolojik, politik hegemonyasını yeniden örgütlemenin, güçlendirmenin aracına dönüşmüştür. Hangi görüngü ve söylemle ortaya çıkarsa çıksın bu çizgi faşizme yedeklenme çizgisidir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi