Sermaye İktidarlarının Palazlandırdığı Dinsel Gericilik

20. yüzyılın son çeyreğinde İran, Sudan ve Afganistan'da İslami yönetimlerin iktidara gelmesi ve Mısır, Lübnan, Cezayir, Pakistan ve Türkiye başta olmak üzere diğer “Müslüman" ülkelerde de İslami hareketlerin güçlenmesiyle birlikte, siyasal İslam, pan-İslamizm ve şeriat devleti gibi konular sık sık tartışılmaya başlandı. Özellikle emperyalist sermaye çevrelerinin tekellerinde bulunan uluslararası haber ajansları, araştırma şirketleri ve politik danışmanların “gayretleri" sayesinde, bu konular günümüz dünyasının en önemli konuları olarak gösterilmiş ve var olan düzenin en ciddi ve tehlikeli düşmanlarından biri olarak öne sürülmüştür. Böylece, büyüteç altına alınan siyasal İslam, sayıları yetmişi bulan ülkelerde, büyümekte olan toplumsal hoşnutsuzluğun başvuru ve çözüm mercii olarak gösterilmeye çalışılmış, “yeşil tehlike" diye tanımlanan bir tez geliştirilmiş ve ilgi odağı haline getirilmesi geçici bir süre için de olsa başarılmıştır.

Siyasal İslamın çıkış, yükseliş ve iniş sürecini doğru bir şekilde değerlendirmek için ilk önce bu hareketin yaşandığı Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Güney Asya ülkelerinin 20. yüzyıl itibarıyla ekonomik, sosyal ve politik koşullarını ele almamız gerekiyor. Bu ülkelerin 20. yüzyılın başlarında sunduğu birbirine çok benziyor: Ya ortaçağ feodalizmine göre örgütlenmiş ve dini (İslami) kurumlarla iç içe olan kral-tanrı devletleri ya da sömürgeci devletlerin boyunduruğu altında, yine dini kurumların büyük bölümünün desteğine dayanan işbirlikçi yerel yönetimleri görmekteyiz. Fakat tüm dünyaya yayılan kapitalist pazar ekonomisinin bu ülkeleri de kendi etki alanına alması ve yine bu ülkelerde kapitalizmin gelişme sürecine girmesiyle birlikte, eskimiş devlet mekanizmasının yeni gereksinimlere göre yeniden yapılanması ve yepyeni sosyo-ekonomik ve siyasal oluşumların ortaya çıkmasıyla birlikte yeni bir portrenin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Bu portrenin özelliklerinin başında devlet mekanizmasının sürekli olarak büyümesi gelmektedir. Bakanlıkların nicel ve nitel açıdan büyümeleri, ordu ve polis güçlerinin sürekli olarak geliştirilmesi, bankalar, radyo-televizyon ve benzeri kurumların da aynı rotayı çizmeleriyle birlikte, eskinin tersine en ücra köye kadar hegemonyasını kurmuş olan burjuvazinin din olgusundaki politikaları hep ikiyüzlü olmuştur.

Devletin güçlenmesi dini kurumlarla iç içe geçen yöresel güçlerin zayıflaması, toprak reformuyla birlikte atılan adımlarla toprak ağalarının sırtını dayadığı din adamlarının ve dini kurumların kan kaybetmesi anlamına geliyor. Yabancı sermaye ve meta akışı da geleneksel diyebileceğimiz Müslüman tüccar kesimini de karşısına almış, kadın-erkek eşitliği ile ilgili çok sınırlı ve yüzeysel olmakla birlikte, atılan adımlarda bu devletlerin dini yönetimden uzaklaştıkları imajını geliştiriyordu. Fakat bu ülkelerdeki kapitalizmin kendi iç dinamiklerine dayanmaktan daha uluslararası sermaye güçleriyle işbirliği içinde yapılanması, ekonomik ve sosyal yapıda ortaya çıkardığı düzensiz ve çarpık yapılanmaya orantılı olarak eskiyi savunan kurum ve kesimlere karşı uygulanan politikalar da aynı şekilde düzensiz, çelişkili ve çarpıktı. Din dersleri, okul kitaplarında var olan İslam tarihiyle ilgili bölümler dışında, üniversitelerde ilahiyat ve İslam tarihi gibi uzmanlık dalları, İslami yayınlar ve sayıları her zaman okul sayılarıyla rekabet edecek durumda olan kuran kursları ve diğer İslami okullar her dönem devletin desteğini almışlardır. Zira bu ülkelerde var olan işbirlikçi burjuvazinin kendi iç dinamiklerine bağlı olarak gelişen burjuva devletlerin tersine kitlesel tabanları yok denilecek kadar zayıftı, aristokrat ve bürokrat kesimin dışında genelde uluslararası sermayelerin işbirlikçiliğine soyunan kesimlerden öteye gitmiyordu. Dolayısıyla yarım yamalak yapılan burjuva reformları örneğin kadın-erkek eşitliği, toprak reformu ve benzeri reformlar da orta ve alt kesimleri hoşnut etmekten ziyade, bu kesimlerin hoşnutsuzluklarını artırıyor ve tabansız devletin kırılganlığını daha da derinleştiriyordu. Bu etkenlere rağmen ‘70’li yıllara dek henüz nasyonalizm ve milli değerler güç ve tazeliğini kaybetmediğinden ve tüm bu devletler nasyonalizm ve milliyetçiliği savunduklarından, ayrıca kapitalizmin yapılanma sürecinde olmasıyla birlikte en azından şehirlerde eğitim ve sağlık gibi konularda bazı ilerlemelerin kaydedilmesiyle birlikte bağımlılığa dayalı kapitalist sistemler altın çağlarını yaşıyorlar. En azından yaşanan krizler ve ortaya çıkan itirazlar ve ayaklanmalar henüz sistemi tehdit edecek boyutlara ulaşmamışlardı; ama ağır sanayiden daha çok dışarıya bağımlı ve montaj sanayinin geliştirilmesi, sermaye ve meta ihracına kolaylıklar sağlanarak yerel küçük ve orta üretimin yok edilmesi, burjuva demokrasisi yerine dengesiz ve bağımlı düzeni korumak için polis devletlerinin öne çıkması, bölgeler arası ve şehir ile köy arasında var olan derin yaşam standartı farklılığı ve toplumu oluşturan alt ve üst kesimlerin gelirleri arasındaki uçurumun korkunç bir şekilde derinleşmeye devam etmesi, toplumsal hoşnutsuzluğu körükleyerek, bu devletler için tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Milliyetçi devletlerin toplumsal refah ve güvenliği sağlamakta başarısız olduklarını ve iş-ekmek-özgürlük üçlüsünün ne kadar hayati olduğunu sadece aydınlar değil de alt tabakalardan olan herkes yaşıyor ve anlıyordu. Geleceğe yönelik ümitsizlik Beyrut’tan Jakarta’ya, İstanbul’dan Kahire’ye kadar emekçilerin kitlesel gösterileriyle kendini gösteriyordu. Nasyonalizm ve milliyetçilik meşalelerinin söndüğü ve getirebilecekleri herhangi olumlu bir sonucun olmadığını anlayan kitleler radikalleşmeye yöneliyorlardı. Endonezya, Türkiye, İran, Lübnan, Umman, Filistin ve diğer bazı “İslami” ülkelerde kendini gösteren sosyalizm kıvılcımları, hem işbirlikçi devletlerin hem de uluslararası sermaye tekellerinin korkulu rüyası haline gelmişti. Dolayısıyla sosyalizme ve radikalizm tehlikelerine karşı, sermaye çevrelerinin sundukları reçete; İslami kurumları takviye etmek ve siyasal İslamın yolunu açmak oldu. Zaten kapitalizmin merkezleri haline gelen şehirlerde yaşayan kitlelerin kavuştukları yeni bileşim biçimi ve işçi sınıfının da sayısal olarak artmasına rağmen nitelik ilerleme kaydedememesi siyasal İslamın uygulanmaya konulması için müsait zemini hazırladı.

Köylerde yaşam seviyesinin gerilemesi ve tarım alanında da kapitalist uygulamalar sonucu artan topraksız çiftçiler, etnik ve ulusal sorunlardan dolayı şiddetlenen köyden şehre göç, toplumsal ve siyasal açıdan şehirdeki aydınlanma seviyesini derinden etkiledi. şehirlerin yoksul semtlerini oluşturan bu kesimler, her türlü radikal hareketlerde çok önemli roller üstlenebileceklerinden de siyasal İslamın propagandası için en önemli hedef haline geldi. Komünistlere yönelik en utanmaz çamur atma politikalarıyla birlikte bu kesimleri kullanmak için İslami dernekler, yayınlar, kitaplar, kuran kursları ve cami sayısında devletlerin açık yardımlarıyla patlama yaşandı. Köyden işsizlik ve yoksulluk nedeniyle şehirlere göç etmek zorunda kalan ve sürekli bir iş, yani sürekli ekmek kapısı bulan yeni işçilerin toplam işçi sayısı içerisinde çoğunluğu elde etmelerinden; aydın ve militan işçilerin azınlığa düşmesiyle birlikte radikal hareketlerde duraklama ve hatta gerilemeler yaşandı. Siyasal İslamın ilerleme yolu açıldı. Fakat bu dönem uzun süremezdi, somut toplumsal gerçekler siyasi İslamdan yapamayacağı radikal ve belirleyici tavrı bekliyordu, bu da din gerçeğinin gitgide açığa çıkmasını ve siyasal İslamın da sömürü ve eşitsizliğe dayalı düzenin hizmetinde olduğunu su yüzüne çıkarıyordu.

1950'li yıllarda, Sovyetler Birliği başta olmak üzere sosyalist blokun geriye dönüş sürecine girmesiyle birlikte, bir ara duraksama gösteren, fakat tüm dünyada gelişme trendine giren “kızıl tehlike”, yani sosyalist harekete karşı, kitleleri yönlendirecek ve onların sosyalist harekete akma tehlikesi gösteren eğilimlerini değiştirecek ve yönlendirilecek ilgi odağının yaratılması, emperyalist sermaye çevrelerinin başlıca politikalarına dahil edildi. Burjuva akademisyenlerin deyimiyle, müslüman ülkelerinde üretim araçlarının dengesiz ve düzensiz gelişimi, toplumsal ve kültürel dokunun feodal ve ataerkil temellere dayalı olduğu, ülke içi bölgeler arasında kapitalist gelişme açısından uçurumların ortaya çıkması ve köy ile şehir, yine şehirlerde de gelişmiş semtler ile köylerden akın akın gelerek yığılmaların oluştuğu varoşlar arasında refah ve yaşam düzeyi farklılıkları, bu ülkelerde yaşayan halkları radikal eylemlere yöneltiyordu. Başta Latin Amerika olmak üzere, emperyalistler tarafından sınırları belirlenen ve küçük parçalara bölünmüş ülkelerde sık sık yapılan darbelerle, Afrika'da darbelerin yanı sıra kışkırtılan etnik çatışmalar sayesinde, değişik uluslar arasında ve iç savaşları körüklemekle, Uzakdoğu ve dünyanın değişik bölgelerinde yapılan soykırımlar ve gerektiğinde dış kaynaklı askeri müdahaleler ile duruma hakim olmaya çalışan uluslararası sermaye çevreleri, Filistin ve Kudüs sorunundan dolayı birliktelikleri güçlenen “Müslüman” ülkeler için yeşil tehlike diye adlandırdıkları siyasal İslamı güçlendirmeye yönelik çabalarını boyutlandırdılar ve bu iş için tabiri caizse kolları sıvadılar.

Camiler, medreseler, kuran kursları gibi İslami kurumlar, kendilerini laik diye tanımlayan ülkeler dahil tüm “Müslüman” ülkelerde en geniş maddi ve manevi desteklerle yeniden canlandırıldılar. Camii, İmam Hatip Okulları gibi İslami, kuran kursları gibi İslami kurum ve yayınların sayısında patlamalar yaşandı. Dolaylı ya da dolaysız olarak din dersleri ve gençlerin bilinçlerini dumura uğratan ve yaratıcı tarzda düşünmeyi engelleyen dinsel bilgiler, okullarda ve üniversitelerde yaygın bir şekilde öğretilmeye başlandı. İslami konferanslar, radyo ve televizyonlarda süslenerek insanların önüne konulmaya başlandı. Böylece, siyasal İslamın örgütlenmesine aktif çaba sarf etmeden de olsa ona karşı kayıtsız kalan geniş yığınlar; işçiler, emekçiler, memurlar, köylüler, kadın ve erkek ayırmaksızın herkes için cazip hale getirilmeye çalışılan siyasal İslamın değişik versiyonları toplumsal taban buldu, örgütlendi ve yayılmaya başladı. Öyle ki, en sağda duran sol çevreler dahil çeşitli örgütlenmelerin yolları açıldı. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı ve radikal toplumsal hareketlere karşı beslenen yeşil tehlike silahı ters tepti. Gelişen İslami hareketin en önemli sonuçlarından biri, dinsel gerici özünün, “modern dünya” gereksinimleriyle çelişiyor olmasıydı. Diğer sonucu ise geleneksel ticari ilişkilere dayalı burjuva kesimi de, siyasal İslamın büyümesiyle birlikte büyüyerek, iktidardan daha fazla pay isteyerek iktidar krizlerine sebep olmaya başladı. Aynı zamanda, kendi işlevinin dışına taşan ve uluslararası sermaye ile tam bir uyumluluk gösteremeyen siyasal İslam, popülerliğini yitirmeye başlamasıyla birlikte, henüz kendi amacına varmadan, uluslararası sermayenin hedefine kondu ve denetimli bir tarzda geriletilmeye başlandı. Bu duruma başta Cezayir olmak üzere, Filistin-İsrail görüşmeleriyle birlikte bölgedeki İslami örgütlerin “eski” dostlarının da yardımıyla köşeye sıkıştırılması, Refah Partisi’nin kapatılması ve Fazilet Partisi’nin tepesinde sürekli olarak “Demokles'in kılıcı”nın sallandırılması, İran'ın yeniden Batıya açılma politikaları ve reformistlerin iktidara taşınması, Orta Asya ülkelerinde laiklik politikalarının ön plana çıkarılması ve Batı dünyasının Çeçenistan'daki duruma kayıtsız kalması vb. gibi durumlar, bu söylediğimizin yakın dönem kanıtlarıdır.

Akdeniz'de ticaret yollarının denetlenmesi ve ele geçirilmesi için yapılan haçlı savaşlarından 18-20. yüzyılın başlarına dek süren yerel feodal ve tüccarların, sömürgeci ülkelere karşı, kendi çıkarları uğruna örgütledikleri İslami hareketler, 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ile büyük bir başlangıç yapan sosyalist ve ulusal kurtuluş savaşlarının gelişmesiyle birlikte suskunğa bürünüp uykuya daldı.

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın ardından ortaya çıkan sessizlik pek uzun sürmedi ve küresel krizlerle birlikte bölgesel krizlerin alevlenmesi, dünkü düşmanları, aynı cephede radikal ve devrimci hareketlere karşı birleştirdi. Eskiden Batılı ülkelerle ticaret ilişkileri günah ve Batılı ürünleri pis diye nitelendiren İslami çevreler, daha sonra Batılı devletlerin ve işbirlikçi yerel burjuvaların çıkarları doğrultusunda harekete geçtiler. 1960'lı yıllardan itibaren Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Güney Asya'da yaşanan toplumsal ve siyasal değişim ve oluşumlar da, bu süreci hızlandırdı. 1967 yılında İsrail ve Arap devletleri arasında meydana gelen savaşta, Batı destekli İsrail'e karşı Arap devletlerinin bozguna uğraması, Bangladeş'in, Pakistan'dan bağımsızlığını ilan etmesi, İsrail ve Arap devletleri arasında yeniden cereyan eden savaş, İran ve Türkiye'de yükselişte olan devrimci hareketler ve bu ülkelerde gerçekleşen devrim ve darbeler, İran ve Irak devletleri arasında 8 yıl gibi uzun bir süre devam eden savaş, Numeyri'nin Sudan'da iktidardan uzaklaştırılması, Beyrut'ta Filistinliler ve İsrail arasında cereyan eden ve yüz gün süren savaş, Marcos'un bir halk ayaklanması sonucu Filipinler'de devrilmesi ve diğer benzer gelişmelerin gösterdiği gibi, müslüman ülkeler diye adlandırılan ülkeler, 20. yüzyılın son 35 senesini çalkantılı ve derin siyasal krizlerle geçirdiler. Tüm bu ülkelerde, burjuvazinin gerektiğinde açık ve gerektiğinde gizli olarak, fakat tam teşekküllü desteğiyle güçlü bir toplumsal harekete dönüşen siyasal İslam olmasaydı, durum şimdikinden çok farklı olacaktı. Siyasal İslam, bu ülkelerde reformist akımların bir yerde ateşi söndürme rolünü oynadı. Ardı kesilmeyen krizlerle boğuşan Latin Amerika halklarının bugüne dek ortaya koydukları ve gelenekselleştirdikleri direniş ve mücadeleye karşı siyasal İslamın ikiz kardeşi sayılan siyasal Hristiyanlığın, Latin Amerika'da ön plana çıkarılmasına yönelik yapılan çalışmalar, laiklik ve özgürlüklerden yana olduğunu göstermeye çalışan uluslararası sermayenin ikiyüzlülüğünü ifade eder.

1970'li ve 1980'li yıllarda uluslararası sermaye “Müslüman” ülkelerdeki oluşumlara karşı planlı ve örgütlü bir şekilde meydana çıkmıştı. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan sonra bu ülkelerde cereyan eden sosyo-ekonomik yapıdaki değişimi, kendi iç dinamizmlerinden daha ziyade uluslararası sermayeye bağımlılık temelinde gerçekleşmesi nedeniyle ekonomik yapı gibi, kültürel açıdan da çelişkili bir yapıya büründüklerinden, kriz yumaklarına dönüşmekten başka çareleri yoktu. Burjuva iktidarlar, başlangıçta milliyetçilik bayrağıyla meydanlara çıkarak, toplumda birliği sağlamakta başarılı olmalarına karşın, kapitalizmin gelişim süreci hız kazandıkça ve yapısal çelişkilerin körüklediği krizlerin derinleşmesiyle, hem varlık nedenlerini kaybetmiş hem de uyguladıkları politikalarla git gide toplumdaki antikapitalist eğilimleri güçlendiriyorlardı. Başka bir anlatımla, bu ülkelerde iktidarda bulunan liberal ulusalcılar, “sosyalist” ulusalcılar, dini veya totaliter devletler, eskisi gibi toplumu yönetemiyor ve ufukta kökten değişimler görünüyordu. Doğuda ve Batıda emperyalist bloklar arasındaki rekabetin hız kazanmasıyla birlikte ivmelenen krizi, uluslararası sermaye avantajlı konumunu da kullanarak söz konusu ülkelerde değişim rüzgârlarını lehlerine çevirmek için var olan ortamdan alabildiğince yararlanarak siyasal İslamı ön plana çıkardılar. Tabii ki, Doğu Bloku ülkeleri de bu doğrultuda mümkün olduğu kadar Batı dünyasından geri kalmayarak Libya, Güney Yemen, İran, Suriye ve Cezayir’deki siyasal İslam hareketlerini antiemperyalist diyerek kullanmaya çalıştı.

Modern dünyayla uzaktan yakından ilişkisi(?!) bulunmayan İslam dinine dayanan hareketlerin gelişimi, dolar faktörü devreye girmeden mümkün olamayacağından bazı noktalara vurgu yapmadan geçemeyiz. Suudi Arabistan başta olmak üzere, petrol şeyhlerinin değişik ülkelerde kendi rotalarındaki İslami kurumları için her yıl yüz milyonlarca doları gözden çıkardıklarını herkes biliyor. Resmi verilere göre, 30 milyar dolar dış borcu bulunan İran'daki İslami rejim, yine kendi resmi verilerine göre Lübnanlı ve Filistinli köktendinci örgütlerin dayanağı olan Suriye devletine son yıllarda geri alınması mümkün olmayan 12 milyar dolar borç vermiş, yine her yıl Lübnan, Filistin ve diğer birçok ülkelerde kurduğu ve ayakta tuttuğu Hizbullah, Hamas ve İslami Cihat gibi örgütlere yüz milyonlarca dolar harcıyor. ABD buyruğu doğrultusunda Pakistan'ın teknik ve Suudi Arabistan'ın dolarlarıyla örgütlenen Taliban hareketi, diğer bir çarpıcı örnektir. 1970'li yıllarda Mısır'da devletin yarı gizli desteğiyle faaliyete geçen İhvan ül-müslümin örgütü, gıda ve sağlık hizmetleri vererek yoksul kesimlere hoş görünmek istiyordu. El-cihad örgütü bile kurduğu Kur'an kurslarında elbise, ayakkabı ve yiyecek dağıtıyordu. İslami hareketin lideri Raşit Ganuşi, Tunuslu işçilerin ilgisizliklerini saptadıktan sonra gıda dağıtarak işçi haklarını savunmaya soyundu. Türkiye’de RP ve onun devamı FP’nin politik “ticari yardımlaşma”, gıda ve giysi yardımı biçimindeki yöntemleri düşünülünce, bunun siyasal İslamın genel bir yöntemi olduğu rahatlıkla anlaşılır. Zaten kaynağı belirli olan mali destekler olmadan siyasal İslamın bırakın gelişmesini, ortaya çıkması bile kolay değildi. Örneğin Türkiye'de sayıları on binleri bulan Kur'an kursları ve tarikatlar, yüz binlerce tirajlarıyla İslami gazeteler, mantar gibi çoğalan bölgesel ve uluslararası yayın yapan televizyon ve radyoların maddi kaynakları nereden geliyor acaba? Laik maskeli iktidarların örtülü ve örtüsüz ödeneklerin gittiği adreslerin sadece birisidir siyasal İslam.

Suudi Arabistan'ın eski kralı Faysal İbni Abdülaziz'in liderliğini yaptığı ve diğer Körfez çevresindeki Arap krallarının desteklediği, 1970'li yılların başında resmi İslama dönüş hareketi, siyasal İslamın şekillenmesi ve gelişmesine yönelik atılan en büyük adımlardandı. Bölgesel ve uluslararası kurumlar, örneğin İslam Ülkeleri Konferansı, İslami Gelişme Bankası, Körfez ve Arap ülkelerini kapsayan Bölgesel İşbirliği Konferansı gibi örgütlenmelerin ortaya çıkmasıyla birlikte, siyasal İslamın politik arenanın ön cephesine yerleştirilmesine çalışıldı. Ayrıca maddi destekler sağlayarak diğer ülkelere de her yönüyle İslamın takviye edilmesi sağlandı. Cemal Abdul Nasir önderliğinde gelişen Arap milliyetçiliği 1967 yılında İsrail’e karşı yapılan savaşta kesin bir yenilgiye uğraması, tüm Arap ülkelerini kriz merkezlerine dönüştürdüğü ve Türkiye, İran ve Endonezya’da da toplumsal hoşnutsuzluğun boyutlanması, “İslama dönüş” hareketinin sermaye açısından ne kadar gerekli olduğunu göstermişti. Fakat siyasal iflas ve de ekonomik çıkmazların sermaye adına gerekli kıldığı siyasal İslam, durumu kurtarmasına ve sermaye hareketinin devamını sağlamasına rağmen, uzun vadeli bakıldığında sermaye açısından pek de iç açıcı değildi. Çünkü, siyasal İslamın özünde bulunan derin çelişkiler ve her alanda korkutucu ve kaçınılmaz gericiliği uzun sürede krizleri derinleştiren bir faktöre dönüşerek, sermayenin önüne dikilecekti. Yine zamanı gelmeden, yani sosyalist ve devrimci hareketlere karşı kullanılmadan kendi kendini teşhir etmesi de uygun bulunmazdı. Siyasal İslamın ortaya çıkışı, sermayenin ikiyüzlülüğü ve çaresizliğinin ta kendisidir. En gerici ve en kaba yöntemlere dayalı İslami akımları desteklemesi, sermayenin hem çaresizliğini hem de ikiyüzlülüğünü gösteriyor. Bu konuyu kanıtlayan örnekleri saymakla bitmez, yine de bazılarına değinmekte yarar var.

Cemal Abdul Nasır'in 1970 yılında ölmesinin ardından iktidara yerleşen sağ kolu Enver Sedat, pan-Arabizm bayrağını indirerek, İslami kutsal savaş bayrağıyla 1973 yılında İsrail ile yeniden savaşa girdi. Kendisi için mümin cumhurbaşkanı ünvanını seçen Sedat cami, İslami kurum ve yayınların sayısını artırdı. Anayasada da değişiklik yaparak “devletin resmi dini İslamdır”, ve “şeriat yasamanın ana kaynağıdır” ilkelerini ekledi. 1981 yılına kadar İslami kurumları desteklemeyi kendine görev sayan Sedat’ın 1981 yılında Mısır-İsrail barış anlaşmasına karşı çıkan Halit İstanbuli tarafından öldürülerek, kendi kazdığı kuyuya düştü. Libya'nın ideolojik hüviyetini pan-Arabizm, sosyalizm ve İslam olarak açıklayan Kaddafi, git gide ilk iki temel ilkeyi rafa kaldırarak yalnızca İslamı savunmaya başladı. Sosyalizmin de İslamdan kaynaklandığını, fakat yetersiz olduğunu iddia etti. Cezayir'de milliyetçiliğin simgelerinden olan şeyh Madeni de “İslami Kurtuluş Cephesini” kurarak bukalemun gibi renk değiştirdi. General Nümeyr Sudan'da İslami devrim ilan etti. Tunus'ta Habib Burguiba, Ramazan ayında açıkça portakal suyu içerek layık olduğunu göstermenin yanı sıra, her fabrika ve işyerinde baskı aracı olarak İslami dernekler kurmayı unutmadı. ABD emperyalizmini büyük şeytan diye adlandıran İran İslam rejimi eski Cumhurbaşkanı Rafsancani'nin İran-Irak savaşının sürdüğü yıllarda CIA ve Pentagon yetkilileriyle sık sık görüştüğü ve silah alımı karşılığı Nikaragua'daki gerici milislere maddi yardım sağladığı, Lübnan'daki Hizbullah ve İslami cihad örgütlerinin, İran ve Fransa devletleri aracılığıyla İsrailli yetkililerle sık sık görüştükleri ve Filistin-İsrail barış süreci boyunca hep İsrail'in köşeye sıkıştığı ve geri adım atmak zorunda kaldığı dönemlerde bu örgütlerin bombalı eylemlerinin İsrail devletinin imdadına yetişmesi, Batı destekli Suudi Arabistan ve Kuveyt'te insan haklarının hiçe sayıldığı, kadınların seçmek ve seçilmek hakkı bulunmadığını, ABD destekli Taliban yönetimi altında olan Afganistan'da üretilen uyuşturucuyu işledikten sonra piyasa değerinin 200 milyar dolar olduğu, bu ikiyüzlülüğün ve yozlaşmanın en sıradan örnekleridir. Kısacası, makyavelist yöntemlerin tamı tamına uygulanmasıyla siyasal İslam, itildi ve öne çıkarıldı. Zaten daha önce anlattığımız gibi, siyasal iflasın yanı sıra ekonomik kriz ve çıkmazlar da siyasal İslama dayalı yeni arayışları gerektiriyordu. Dengesiz gelişmeye rağmen ortaya çıkan işçi sınıfının harekete geçmesi ve diğer kesimler için de bağımsızlık ve milliyetçilik politikalarının oynadığı roller de son perdeye vardığından, ekonomik krizin itici gücüyle siyasal kriz ve iktidar krizleri derinleşmişti. Toplumsal muhalefetin radikalleşmesini önlemek için yaratılan ve hoşnutsuzluğun tabanını oluşturan yoksul kesimlere hoş görünmek için eşitlik ve adaletten yana olduğunu, işçi ve emekçilerin haklarını savunduğunu göstermeye çalışan siyasal İslam, aslında 1990'lı yıllara geldiğimizde pek de başarısız sayılmazdı. Fakat git gide, İslamın gerici özünün ve günümüz koşullarının yetersizliğinin açığa çıkmasıyla birlikte yükseliş süreci önlenemez bir şekilde düşüşe geçti. Çünkü, burjuva normlarına göre karşılaştırma yapılsa bile, er ya da geç İslamın ve onu savunan akımların eşitsiz düzene, insan haklarına, kadın haklarına, çocuk hakları ve daha çok hukuki ve medeni haklara; evlenme, boşanma, miras, kısa giyinme özgürlüğü ve iktidarın kaynağının seçim ya da tanrı iradesi olduğuna dair açıklık getirmek zorundaydı.* Köşeye sıkışan siyasal İslamın gerici, baskıcı ve vahşi yüzü İran, Afganistan, Sudan, Suudi Arabistan ve Türkiye'de, dini gericiliğin kitlelere yönelik faşist ve gerici hareketlerin yanı sıra, devlet kaynaklı örgütlenme olsa bile Hizbullah örneğinde git gide açığa çıkıyor. Cezayir'de sıradan insanları topluca kurşuna dizen silahlı İslami milisler, Mısır'da okul öğrencilerine ve turistlere karşı acımasızca katliamlar düzenleyen İslamcı teröristler, İsrail'de askeri yerleri değil de okul ve pazar gibi sivil insanlara açık yerlerde, başta çocuklar olmak üzere masum insanların kanını akıtan Hamas örgütü, Fransa'da çoluk çocuk ayırmaksızın bombalı eylemlerle kurbanlarına yeni kurbanlar katan Halit Halhal çetesi, Cezayir'de petrol işçilerine greve gitmemesi için baskı yapan ve çok sayıda işçiyi vahşice katleden Cemal Zeytuni'nin başını çektiği örgüt, Pakistan'da aydın ve demokratları hedeşeyen İslami çeteler, İran'da ilerici ve devrimci önder işçileri kasaplar gibi boğazlayan tanrı orduları, Rusya'da mafyacı devletten kurs gören ve art arda patlatılan bombalarla yüzlerce sivili katleden müslüman Çeçen milisleri ve Türkiye'de devletle kol kola çalışan, adam kaçıran, işkence yapan, fidye alan Hizbullah örgütü, daha önce devrimci gelişmelere karşı hemen harekete geçen, kitle katliamları gerçekleştirmekte tereddüt etmeyen milyarderler kulubü Fazilet Partisi gericiliğin kaynaklarıdır. Siyasal İslamın gerileme ve aynı zamanda sermaye çevrelerinin bilinçli bir şekilde şimdilik geriletilmesindeki etkenlerin bazıları da sırasıyla şöyledir:

İslami örgütlerin, İslami iktidarları savunmalarına rağmen, uygulama açısından değişik ve çoğu zaman çelişkili savlara sahipler. Bu da İslamın başlıca kaynağı Kur'an'ın içeriğinin bir devleti değil de bir kabileyi yönetmek için bile gereken hüküm ve yöntemlerden yoksun olması ve diğer kaynaklar; sünnet, icma ve kıyas denilen kaynaklarda da birbirini tutmayan çelişkili yöntemlerin çokluğundan kaynaklanıyor.

Mısır-İsrail antlaşmasıyla İslam “dünyasında" ortaya çıkan ilk bölünme, İran-Irak ve ardından cereyan eden Körfez savaşıyla birlikte, İslami ümmetin ne kadar birlikten yoksun olduğunu ve İslami devletlerin nasıl İslam ümmetinin yanında değil de Batı dünyasının yanında olduğunu gösterdi.

Sovyetler Birliği ordusunun işgali döneminde Arap ve Batı dünyası desteğiyle örgütlenen Afgan mücahit örgütleri, daha iktidara yerleşmeden silahlarını birbirine karşı ateşleyerek, kendi çıkarlarının İslamın Müslümanlara sözde emrettiği birlik ve beraberlikten daha üstün olduğunu ve uygulamaya koydukları politikaların İslamın temellerinden esinlendiğini, bu dinin ne kadar gerici olduğunun açığa çıkmasını sağladı. Fakat Talibanlar, onları da sollayarak, bütün dünyanın gözlerinin önünde Afganistan'ı Ortaçağa geri dönüşün yoluna soktu.

İslam dünyasının önderliğinde siyasal İslamın kan kaybetmesi neticesinde değişik akımların birbirlerini teşhir etmelerine de yol açıyor. Birkaç sene öncesine kadar Erbakan'ın da arzu ettiği bu önderlik makamına, şu anda Suudi Arabistan Kralı Fahd, İran'ın dini lideri Hamaney, Afganistan'ın dini lideri Molla Abdullah Ömer ve Sudan'ın dini lideri Hasan El-Turabi de talipler.

İslam “dünyası” ülkeleri arasında gelir uçurumu, yine İslami iktidarların hüküm sürdüğü tüm bu ülkelerde toplumun değişik kesimleri arasındaki gelir uçurumu ve bozukluğu, siyasal İslamın ekonomik çıkmazlara karşı, yoksul kesimler için iyileştirici reçetelerinin bulunmadığını da ortaya çıkarmıştır.

Özellikle İran'da iktidarda bulunan İslami rejimin, bir radikal ayaklanmayla devrilmesi, tüm Ortadoğu’yu kriz batağına sürüklemekle birlikte, siyasal İslamın da sonunu getirecektir. “Demokratikleşerek” ayakta kalması da totaliter Arap rejimlerine bir model üretmekle birlikte, İslamın gelecekte radikal hareketlere karşı kullanılabileceğini garantiye alacaktır.

Değişik ülkelerde, iktidar arayışlarına giren, diğer yandan da mafya-çete ilişkilerine yönelen İslami akımların, ciddi krizlere neden olmakla birlikte toplum içindeki imajını da kaybetmektedirler.

Kısacası, zaten gerileme sürecine giren siyasal İslama, rotasında seyretmediği ve ters teptiği için, bir dur emri de uluslararası sermaye cepheleri ve işbirlikçi yerel iktidarlardan gelmektedir. Fakat aynı senaryonun bir kez daha uygulanması pek de kolay olmayacaktır. Siyasal İslamın ne olduğunu anlayan kitleler, önümüzdeki süreçte devrimci hareketlere karşı bir kez daha ortaya sürülecek siyasal İslama tutsak düşmeyecektir.

Bugün aşağı yukarı tüm “İslami” ülkelerde yeniden İslama yeni bir misyon yüklenmesi politikasıyla karşı karşıyayız. Liberal, ılımlı ve demokrat İslami hareketlerden söz ediyorlar. İran’daki Hatemi önderliğinde reformist İslami hareketin benzerleriyle diğer ülkelerde de karşılaşabiliriz. Hatemi kliği gibi Fazilet Partisi de bu yeni misyonu üstlenen siyasi çevrelerdendir. İslam’a kaybettiği itibarı yeniden kazandırmak, şimdilik bu harekete verilen rolün dozunu azaltmak ve gelecekte gerektiğinden yeniden güçlendirmek için ayakta tutmak bu politikanın ana temelini oluşturuyor.

*Demokrasi ve eşitlik savunuculuğu teşebbüslerine rağmen İslami örgütler kendi ana kaynaklarını inkâr etmeleri mümkün olmadığından er ya da geç kendilerini teşhir etmek zorundalar. Örneğin, Kur'an'da eşitlikten değil de insanların 2. Sure’nin 178. Ayeti’ndeki gibi üç kategoriye, yani erkekler, kadınlar ve kölelere ve 16. Sure’nin 75. Ayeti’nde (yine 16. Sure’nin 71. ve 30. Sure’nin 28. Ayeti’nde) insanların güçsüz, sahipli köleler ve hür insanlara ayrıldığından söz ediliyor. 3. Sure’nin 26. Ayeti’nde ve daha birçok ayette ekonomik eşitsizlik savunuluyor ve bu eşitsizliğin kaynağı da tanrı olarak gösteriliyor. 4. Sure’nin 34. Ayeti’nde erkeklerin kadınlardan kat kat üstün olduğu söyleniyor. Yine fıkra anlatan komik palyaçolara benzeyen “demokrat" Müslümanların iddialarının tersine İslami tarihte demokrasi diye bir olguya rastlamak mümkün değildir. Çünkü en Müslüman beyefendiler, halkın görüşlerine başvurmayı kendileri için aşağılayıcı bir yöntem sayıyorlardı. Örneğin Muhammed’in ölümünden sonra, diğer Müslümanların görüşüne başvurmadan, Ömer'in başını çektiği birkaç kişinin seçimiyle Ebu Bekir halife seçildi. Ebu Bekir ölmeden önce Ömer'i kendisinden sonra halife ilan etti. Ömer ölmeden önce Talha, Zübeyr, Abdül Ralman İbni Auf, Ali ve Osman'dan oluşan bir beşli grubu halife seçimi için görevlendirdi ve Osman karşıtı isyancılar tarafından halifeliğe seçilen Ali dışında İslam tarihi boyunca, İslami din adamlarının destekledikleri halifelerin tümü antidemokratik yöntemlerle seçildi.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi